Kitapçıdan içeri girdiğim zaman daha önce belirlediğim
kitapları asla alamamışımdır şimdiye kadar. Aklımdaki kitapları çoktan unuturum
rafların arasında dolaşırken. Beni hangisi çağırıyorsa ona kulak veririm. Elimde
bambaşka dünyaların birçok kitabı kasaya doğru yanaşırken, kalbim arkamda
bıraktıklarımın yanında kalır çoğu zaman.
Sürekli alışveriş yaptığım kitapçıma genellikle içimin
sıkıldığı zamanlarda gitmeyi tercih ediyorum. Benim için harika bir meditasyon
oluyor. Kitapçıdan daha çıkmadan yenilenmiş ve arınmış hissediyorum kendimi. Yolum
her o tarafa düştüğünde uğramalarım hariç. Benim için o ayrı bir rutin.
Geçenlerde Eda ile bir okuma etkinliği yapalım diye
konuşuyorduk. Ama ikimizde asla planlı ve düzenli olamadığımız için normal
kitap etkinlikleri bize hitap etmiyordu. İkimiz için daha farklı, devamlılık
sağlayabileceğimiz bir şey olmalıydı. Sonunda karar kıldık, her ay kitapçıya
gidecek ve sadece tek bir kitap seçip onu okuyacaktık. Tam bizlik bir fikir
olmuştu! Bu belki bizi okuyamadan sürekli kitap alma alışkanlığımızdan da bir
ölçüde kurtarabilirdi diye düşündük. Anlaşmaya vardık.
Üzerinden yaklaşık birkaç ay geçti. Ama henüz başaramadık!
Karar verdikten bir hafta sonra kitapçıya gittik, benim
seçtiğim kitap Erlend Loe’nin Doppler kitabı oldu. Kitabın ismini çok sık
duymuştum. Aslında amacım yeni ve hiç duymadığım bir kitap keşfetmekti. Neyse
ki konusu hakkında çok fikir sahibi değildim. Sözümüze sadık kalamayarak iki
kitap daha aldım maalesef. Ama sadece iki, buda bir şeydir.
Her zaman bu şekilde seçtiğim kitaplar ‘yoksa beni seçen mi
demeliyim’ umduğumdan çok daha fazlasını veriyor bana. Beklentimi çok
yükseltmediğim için sanırım. Tam istediğim bir kitap çıktı karşıma. Beni çok
hırpalamadan, yormadan dünyayı ve düzenini sorgulamamı sağlayan bir kitap.
Şehirden kaçıp doğaya sığınmak az çok herkesin aklına hayatında
bir kere esmiştir. Şehrin kargaşa ve kalabalığından kaçarak, sakinlik ve huzura
kavuşmak büyüleyici bir düş. İşte kahramanımız Doppler’de hayalimizi gerçekleştiriyor.
Bir gün ormanda bisikletinden düştükten sonra, ani bir karar vererek ormana yerleşiyor.
Yaşamına burada devam ederken bir geyiği de evlat ediniyor.
Tüm sorumluluklarından, işlerinden sıyrılarak ormanda
yaşamaya başlayan Doppler aforizmalarıyla kafa da ütülemiyor. Onun olağan
hayatı buymuş gibi içime siniyor. Ta ki geride bıraktığı ailesiyle tanışana
kadar. Özgür ruhlu, çılgın olarak tanıdığım Doppler bir anda sorumsuz, hayırsız
bir aile babası figürüne dönüşüyor gözümde. Yer yer kızarak, yer yer destek
vererek ve hayran olarak okuyorum Doppler’in hikayesini. Doppler’e duyduğum
güvensizlik hissi, o çadırına girip geyiğiyle beraber huzurla uyuduğunda
kayboluyor. Sadece yıldızların ışıldadığı zifiri karanlık gökyüzü altında
uyumayalı ne çok zaman geçmiş diye düşündüğümde ise kızgınlığım büsbütün yok oluyor.
Doppler ormana yerleşmeye de düştükten sonra sersemlemiş halde gökyüzüne
bakarken karar vermişti zaten. O halde onu anlamamak haksızlık olurdu.
İşini ve ailesini geride bırakarak ormanda yaşamını devam
ettiren Doppler bir nevi avcı-toplayıcı döneme geri dönüyor tek başına. Babasını
avladığı yavru geyiğe kıyamayınca onu evlat ediniyor. En yakın dostu oluyor,
yol arkadaşlığı yapıyor Doppler’e geyik Bongo. Bu ismi ona Doppler veriyor.
Sisteme meydan okumuş ve her şeyi arkasında bırakıp sadece
yaşamın özüne varacak, doğayla bütünleşecek bir adam profili çiziyordu ki
Doppler canı süt istiyor. Ormanda sütü elde edemeyince markete doğru yol
alıyor. Yani alışkanlıklarından öyle kolay da vazgeçemiyor. Ama parayla değil
takasla ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyor.
Erlend Loe, hepimizin dilinde olan ‘’kaçmak’’ filine dair
inceden bir mesaj yolluyor gibi. Yani kaçıp gitmek kurtuluşumuz olmayabilir.
Çünkü biz kendimizi, alışkanlıklarımızı da beraberimizde götürüyoruz. Sürekli
dert yandığımız şehir, kapitalist sistem ve kalabalıktan kaçabilsekte
kurtulabilmemiz öyle pek kolay da değil. Gittiğimiz yere de sistemi bir şekilde
götürmeye çalışacağız.
Erlend Loe’de kara mizahla bu sistemin çarklarını döndüren
bizleri çok ince bir zekâyla yeriyor. Doppler’in altını çizdiğim her bir
satırın, gülerken birebir muhatabı olduğumu da hissettim.
Doppler’in eski hayatını arkasında bırakması mümkün olmuyor
pek tabi. Karısı, çocukları, arkadaşları sürekli Doppler’i meşgul ediyor.
Aklıma Captain Fantastik filmi geldi sık sık. Tek farkla. Captain Fantastik’te
baba Cash, çocuklarını da alıp ormanda yaşamaya başlıyordu. Karısının vefatı
sonrası şehre tekrar dönmek zorunda kalıyor ve şehir, karısının ailesi vs.
adamı bırakmıyordu. Bir şekilde sistem iki adamı da kendi içine çekiyordu.
Doppler’in vurdumduymazlığı ve pişkinliği toplumdaki baba
figürüne ters düşse de ondan nefret edemiyorum. Başarılı olmak kaygısından,
sahte insan ve ticaret ilişkilerinden kaçabilmesini cesur buluyorum. Bu yanı
daha ağır basıyor. Hiçbir beklentiye girmeden ve bekleneni vermeden, tek amacı ormanda hayatta kalmak olan bu adamı olduğu gibi benimsiyorum en sonunda. Doppler’e
hissettiğim bu ikilem, sıkışıp kaldığımız öz benliğimiz ve bize dayatılanlar
arasındaki yaşamımızı anımsatıyor.
Norveç edebiyatından okuduğum ilk kitap. Bu detay
beni oldukça şaşırtıyor. Çünkü bu ana tema, huzur, dinginlik ve doğayla iç içe
yaşam sürüldüğünü bildiğimiz İskandinav ülkelerinin imajından çok uzak geldi
bana. Oralarda bile doğaya kaçış fikri var demek ki. İnsanlığın ortak içgüdüsü sanırım.
0 yorum oku / yaz