Doppler – Erlend Loe

Doppler, Erlend Loe


Kitapçıdan içeri girdiğim zaman daha önce belirlediğim kitapları asla alamamışımdır şimdiye kadar. Aklımdaki kitapları çoktan unuturum rafların arasında dolaşırken. Beni hangisi çağırıyorsa ona kulak veririm. Elimde bambaşka dünyaların birçok kitabı kasaya doğru yanaşırken, kalbim arkamda bıraktıklarımın yanında kalır çoğu zaman.

Sürekli alışveriş yaptığım kitapçıma genellikle içimin sıkıldığı zamanlarda gitmeyi tercih ediyorum. Benim için harika bir meditasyon oluyor. Kitapçıdan daha çıkmadan yenilenmiş ve arınmış hissediyorum kendimi. Yolum her o tarafa düştüğünde uğramalarım hariç. Benim için o ayrı bir rutin.

Geçenlerde Eda ile bir okuma etkinliği yapalım diye konuşuyorduk. Ama ikimizde asla planlı ve düzenli olamadığımız için normal kitap etkinlikleri bize hitap etmiyordu. İkimiz için daha farklı, devamlılık sağlayabileceğimiz bir şey olmalıydı. Sonunda karar kıldık, her ay kitapçıya gidecek ve sadece tek bir kitap seçip onu okuyacaktık. Tam bizlik bir fikir olmuştu! Bu belki bizi okuyamadan sürekli kitap alma alışkanlığımızdan da bir ölçüde kurtarabilirdi diye düşündük. Anlaşmaya vardık.
Üzerinden yaklaşık birkaç ay geçti. Ama henüz başaramadık!

Karar verdikten bir hafta sonra kitapçıya gittik, benim seçtiğim kitap Erlend Loe’nin Doppler kitabı oldu. Kitabın ismini çok sık duymuştum. Aslında amacım yeni ve hiç duymadığım bir kitap keşfetmekti. Neyse ki konusu hakkında çok fikir sahibi değildim. Sözümüze sadık kalamayarak iki kitap daha aldım maalesef. Ama sadece iki, buda bir şeydir.

Her zaman bu şekilde seçtiğim kitaplar ‘yoksa beni seçen mi demeliyim’ umduğumdan çok daha fazlasını veriyor bana. Beklentimi çok yükseltmediğim için sanırım. Tam istediğim bir kitap çıktı karşıma. Beni çok hırpalamadan, yormadan dünyayı ve düzenini sorgulamamı sağlayan bir kitap.
Şehirden kaçıp doğaya sığınmak az çok herkesin aklına hayatında bir kere esmiştir. Şehrin kargaşa ve kalabalığından kaçarak, sakinlik ve huzura kavuşmak büyüleyici bir düş. İşte kahramanımız Doppler’de hayalimizi gerçekleştiriyor. Bir gün ormanda bisikletinden düştükten sonra, ani bir karar vererek ormana yerleşiyor. Yaşamına burada devam ederken bir geyiği de evlat ediniyor.

Tüm sorumluluklarından, işlerinden sıyrılarak ormanda yaşamaya başlayan Doppler aforizmalarıyla kafa da ütülemiyor. Onun olağan hayatı buymuş gibi içime siniyor. Ta ki geride bıraktığı ailesiyle tanışana kadar. Özgür ruhlu, çılgın olarak tanıdığım Doppler bir anda sorumsuz, hayırsız bir aile babası figürüne dönüşüyor gözümde. Yer yer kızarak, yer yer destek vererek ve hayran olarak okuyorum Doppler’in hikayesini. Doppler’e duyduğum güvensizlik hissi, o çadırına girip geyiğiyle beraber huzurla uyuduğunda kayboluyor. Sadece yıldızların ışıldadığı zifiri karanlık gökyüzü altında uyumayalı ne çok zaman geçmiş diye düşündüğümde ise kızgınlığım büsbütün yok oluyor. Doppler ormana yerleşmeye de düştükten sonra sersemlemiş halde gökyüzüne bakarken karar vermişti zaten. O halde onu anlamamak haksızlık olurdu.

İşini ve ailesini geride bırakarak ormanda yaşamını devam ettiren Doppler bir nevi avcı-toplayıcı döneme geri dönüyor tek başına. Babasını avladığı yavru geyiğe kıyamayınca onu evlat ediniyor. En yakın dostu oluyor, yol arkadaşlığı yapıyor Doppler’e geyik Bongo. Bu ismi ona Doppler veriyor.

Sisteme meydan okumuş ve her şeyi arkasında bırakıp sadece yaşamın özüne varacak, doğayla bütünleşecek bir adam profili çiziyordu ki Doppler canı süt istiyor. Ormanda sütü elde edemeyince markete doğru yol alıyor. Yani alışkanlıklarından öyle kolay da vazgeçemiyor. Ama parayla değil takasla ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyor.

Erlend Loe, hepimizin dilinde olan ‘’kaçmak’’ filine dair inceden bir mesaj yolluyor gibi. Yani kaçıp gitmek kurtuluşumuz olmayabilir. Çünkü biz kendimizi, alışkanlıklarımızı da beraberimizde götürüyoruz. Sürekli dert yandığımız şehir, kapitalist sistem ve kalabalıktan kaçabilsekte kurtulabilmemiz öyle pek kolay da değil. Gittiğimiz yere de sistemi bir şekilde götürmeye çalışacağız.
Erlend Loe’de kara mizahla bu sistemin çarklarını döndüren bizleri çok ince bir zekâyla yeriyor. Doppler’in altını çizdiğim her bir satırın, gülerken birebir muhatabı olduğumu da hissettim.

Doppler’in eski hayatını arkasında bırakması mümkün olmuyor pek tabi. Karısı, çocukları, arkadaşları sürekli Doppler’i meşgul ediyor. Aklıma Captain Fantastik filmi geldi sık sık. Tek farkla. Captain Fantastik’te baba Cash, çocuklarını da alıp ormanda yaşamaya başlıyordu. Karısının vefatı sonrası şehre tekrar dönmek zorunda kalıyor ve şehir, karısının ailesi vs. adamı bırakmıyordu. Bir şekilde sistem iki adamı da kendi içine çekiyordu.

Doppler’in vurdumduymazlığı ve pişkinliği toplumdaki baba figürüne ters düşse de ondan nefret edemiyorum. Başarılı olmak kaygısından, sahte insan ve ticaret ilişkilerinden kaçabilmesini cesur buluyorum. Bu yanı daha ağır basıyor. Hiçbir beklentiye girmeden ve bekleneni vermeden, tek amacı ormanda hayatta kalmak olan bu adamı olduğu gibi benimsiyorum en sonunda. Doppler’e hissettiğim bu ikilem, sıkışıp kaldığımız öz benliğimiz ve bize dayatılanlar arasındaki yaşamımızı anımsatıyor.

Norveç edebiyatından okuduğum ilk kitap. Bu detay beni oldukça şaşırtıyor. Çünkü bu ana tema, huzur, dinginlik ve doğayla iç içe yaşam sürüldüğünü bildiğimiz İskandinav ülkelerinin imajından çok uzak geldi bana. Oralarda bile doğaya kaçış fikri var demek ki. İnsanlığın ortak içgüdüsü sanırım.

0 yorum oku / yaz