Çok iyi bir izleyici olduğum söylenemez. Ama blogla birlikte aldığım kararlardan bir
tanesi de düzenli olarak sürekli ertelediğim dizi ve filmlere gereken ilgiyi
göstermekti.
Film günü ilan ettiğim fakat henüz açılışı yapamadığım
yorgun Cumanın ertesi, boşa geçirdiğim zamanımla kavga eder bir haldeydim yine.
Kafamda film, dizi isimleri; dışarı mı çıksam diye gelen ani fısıltılarla zihnimde
beliren otobüs saatleri… Nereye gitsem? Sorusuna karşılık gözümün önüne gelen Karaköy-Kadıköy-
Beşiktaş tabelaları… Bu gürültünün içinde kendi sesini zor duyar insan.
Kahvaltı faslı öğleye sarkınca üşengeçliğimin de vermiş
olduğu yetkiye dayanarak bacaklarımı kırıp koltuğun üzerine iyice serildim
tabi. Bir cumartesiye yakışan öğleden sonraya sarkan kahvaltılar, ardından
ikindiyi bulan kahve fasılları değil de neydi ?
Şimdi dünden kalma bir film izlemek için en miskin
zamanlardı. Asıl soru ise şuydu? Ne izlesem? Tabi izlenmesi gereken zaman da
asla izlenmeyen filmler, diziler birbiri ardına eklenmiş, liste gittikçe uzamıştı
ama olsundu.
Son günlerde en çok kurduğum dilime pelesenk olan cümle ‘’Bu
Tokyo’da kim ya?’’ ydı ve sayısız kere kaydettiğim öneri postlarının başlıkları
aynen şöyleydi: ‘’La Casa De Papel – İzlemeyen Kaldı Mı?’’
Evet vardı, ben. Karar vermekle vazgeçmek arasındaki o ince
çizgide çok oyalanmadım bu defa.
Her Şey İmkânsız
Şekilde Mükemmel Gidebilir Mi?
Türkçeye Kâğıthane ya da Kâğıt Evi olarak çevrilebilirmiş. Bir
grup suç defteri kabarık, kader mağlubu kişiler; Profesörlerinin kurduğu
kusursuz plan doğrultusunda Darphane soygunu için kolları sıvarlar. Tam olarak
soygun sayılırsa. Çünkü onlar kimseden bir şey çalmayacaklar sadece kendi
paralarını basacaklardır.
İzbe bir yerde tüm olasılıkları hesaba katarak hayalini
kurgulayan Profesör ve ekibi için beş ayın sonunda artık vakit gelir. Böylece
tarihte hiç benzeri olmayan soygun girişimi 1.bölüm itibariyle başlar. Ve olaylar şöyle devam eder: İkinci Bölüm,
Üçüncü Bölüm, Dördüncü Bölüm… Yani kurgu
çok zekice. Bölüm sonlarında bir sonraki bölüme hemen tıklamak son çare gibi.
Aslında tempo çok üst seviyelerde diyemem, tonlarca yorumdan
sonra bunu söylemek için çaba sarf ettim ama nafile. Soygundu, aksiyondu,
gerilimdi senaryo içine sadece serpiştirilmiş. Durağan sahneler yoğunlukta. Konuşmalar
ve insan hikâyeleri daha ön planda. Yukarıda öyle yazdım çünkü artık bir hayli
sıkıldığımı fark ettiğim anda bir şeyler oldu. Her bölümün son beş dakikasında
mutlaka heyecan yükseliyor ve akıllara ‘diğer bölümde ne olacak acaba?’ sorusu
takılıyor. Bu yüzden diziyi yarıda bırakmak, bir iki bölüm izleyip sonunu
getirememek pek mümkün değil.
Peki, tüm ihtimaller hesaba katılmış olabilir mi? Elbette olamaz.
Saatler ilerledikçe huzursuzlanmalar, karamsarlıklar da gün yüzüne çıkıyor. Aşk,
ihanet, hırs, korku, haz, öfke, acı, gözyaşı ve kahkaha birbirine karıştıkça
daha önce akıllara gelmeyen değişimler ve duygu çatışmaları ortaya çıkıyor. Hal
böyle olunca da ipin ucunun kaçması çok normal değil mi? Özellikle işin içine
umutsuzluk girdiğinde insanların ne denli farklılaştığını senarist enfes
yorumlamış, oyuncular ise mükemmel canlandırmışlar.
Soygunun beyni Profesör lakaplı gizemli adam. Bu adamın bir
derdi var. O da ruhları çürüten, kokuşmuş düzene başkaldırmak. Kendi çağının Robin
Hood masalını tekrar yazmak bir nevi. Nitekim bunu, ekibini deli mi dahi mi
soruları hala yanıt bulamayan döneminin aykırı ismi Salvador Dali maskeleriyle insanların
karşılarına çıkarmasından da anlayabiliriz. Diyebiliriz ki, La Casa De Papel
sadece bir hırsız polis oyunu değil asla. O, hepimizin içinde bir yerlerde
saklanan çocukluk hayali, yenilmez kahraman Robin Hood hikâyesi. Belki de bu
yüzden çok izlendi, çok sevildi. Çok izlenecek ve çok sevilecek. Sisteme
başkaldıran, ona meydan okuyan ve nihayetinde onu onarılmaz yenilgiye uğratan
bu bir grup insan, hırsız değil; yeni kahramanlarımız.
Peki, neden bu kadar çok sevdik? Çünkü farklı bir renk, ayrı
bir soluk getirdiler bu ekran dünyasına. Aşikâr. Sanırım hepimiz Amerika hegemonyasından
sıkıldık. Dikte ettiği güzellik algısı da, İspanyol dizisinin seçtiği tipler
ile beraber biraz darbe yedi gibi. Dolgun dudaklı, hokka burunlu, kaslı,
atletik… Sanki seri üretimden çıkmış gibi kusursuz görünüme sahip abi ve
ablaların yerini, orantısız vücut hatları ile dayatılan standart güzellik
ölçütlerinin çok uzağında olan bizimkiler aldı. Bariz kemerli burunları, göbekleri,
savurdukları küfürleri ile bizi de anımsatıyorlar; yok yok bayağı benziyorlardı
da.
Ve hepsinin bir hikâyesi vardı elbette. Kötü, salt kötü olarak
doğar mıydı? Onu en son raddeye getiren etmenler, bu kıyıya sürükleyen azgın
sular olamaz mıydı? Olurdu. Yanıtların hepsi burada saklı.
Senaryoda en göz alıcı bir diğer nokta ise şüphesiz karakterlerin
şehirlerle bağdaştırılmasıydı. – yani en azından benim için kesinlikle öyleydi –
Şahsına münhasır kahramanlar ismini aldıkları şehirlerin kimliklerini de
yansıtıyordu.
Berlin, Tokyo, Rio, Moskova, Nairobi, Denver, Oslo ve
Helsinki. Biraz burukluk oluşuyor mu sizde de isimleri okuduktan sonra? Peki ya
İstanbul? Dediniz mi. Her izleyenin aklından geçer mi bilmem ama benim ‘’ Ama
İstanbul böyle bir hikâyeye yakışmaz mıydı ya?’’ sorusu iç sesimin dilinden hiç düşmedi. Neyse
ki bu kadar yoğun ilgiden sonra kayıtsız kalamayan Türkiye’ye özel fragman
çeken yetkililer 3. Sezonda İstanbul karakterini de düşünüyorlarmış. Tabi canım
medyamızın uyduruk haberlerinden biri değilse. Bekleyip göreceğiz.
Hikâyenin sonunda ise birkaç gün kulakta şey çalıyor, ‘’Çav
Bella Çav Bella Çav Bella Çav Çav Çav…’’
*Kaçış yok izlenecek.
1 yorum oku / yaz
Yazını okuyunca kafamın içinde çav bella yeniden dönmeye başladı. Bence kusursuz bir plan değildi, profesörün sık sık dediği gibi şanslı elemanlardı. :)
YanıtlaSil