Hayallerim Tadilatta - İznik



Bir coğrafyanın en cezbedici tarafı nedir?  Benim için toprağına karışan ayak izleridir.  Üzerinde biriken ayak izlerinin tortusunda duraklamak, nicelerinin tozuna karışmak; biraz çekimser biraz cesur iz sürmek.
İznik.. İmparatorlukların başkenti. Yıkık dökük sokaklarının ardında apayrı dünyalar barındıran, derdini de güzelliğini de içinde sır gibi saklayan şehir. Ser verip sır vermeyen, büyüsünü ancak tozuna toprağına karışana, yollarında aşina olana gösterebilecek toprağı bereketli kendi biraz cimri baş-kent.
Kalbime değdiği günden beridir sakladığı hatıraları, binlerce yıllık geçmişi, eşsiz tarihi ile beni fetheden İznik. Kavuşacağım günleri saydığım şehir.  Yollarına vurulduğum ama ulaştığımda kendini benden esirgeyen şehir.
Ona dair biriktirdiklerimle henüz vakit geceden bile dönmemişken çıktım yola. Sabırsızlığım ve hakkında yazılanlar zaman yeter mi diye beni sıkıntıya düşürse de hemen hemen giden herkesin günübirlik turu tercih etmesi içimi rahatlatmıştı.
Şarkılara konukluğuna da başına buyruk hallerine de vurgun olduğum vapurların, abisi sayılacak büyüklükte ki feribota bindiğimde gün henüz ağarmamıştı. Güneşin doğuşunu izleme hayallerim her yanı kapalı feribotta Marmara Denizinin dalgalı sularına çoktan karışmıştı bile. İlk hayalimin batışı belki de günümün nasıl geçeceğinin habercisiydi. Ufuk çizgisini göğüslemeye çalışmadan deniz yolculuğu mu olurmuş?
Bir buçuk saat sonra Yalova’ya ayak bastığımda ancak kendime gelebildim. Bundan sonra önümde yeşilliklere doğru bir yol uzandı. Yolların o gizemli havasını içime çekerken ‘’yolda olmak’’ fiilinin dayanılmaz hafifliğini yaşıyorum.
Şehrin merkezinden uzaklaşıp köy yollarına girince, traktör üzerinde rüzgârı arkasına alarak rızıklarının peşine düşen emekçi teyze ve amcaları selamlıyorum. Arabanın camından ellerimi uzatıp yola dair ne varsa avucuma dolduruyorum.



Her yolun sonu varmak. Oysa yol hali bazen en güzeli, iner inmez anlıyorum. Günlerdir hayalini kurduğum sokaklardayım. Kırık dökük kaldırım taşları arasında ilk ziyaretime doğru yürüyorum.
Yeşil Cami -  Yeşilli, mavili çinilerle emek emek işlenmiş minaresi eşsiz bir tablo gibi karşımda göğe uzanıyor. Adımlarımı hızlandırıyorum. Hızlanmasıyla duraklaması bir oluyor çünkü karşımda sayısını bilemediğim kadar işçi. Canla başla çalışıyorlar. Etrafında bir tur atıyor, bahçesinde bir banka çöküyorum. İçimde çöküyor biraz o vakit ama çabuk toparlıyorum.



Osmanlı mimarisinin ilk örneklerinden olan Yeşil Cami’ye sırtımı dönüyor, yüzümü hemen karşısındaki diğer abideye çeviriyorum. Fark etmem çok uzun zaman almıyor. Kalın puntolarla ‘’Tadilatta’’ yazısını.
Bahçesine ve müzenin dışına konulan kazılarda çıkarılmış çeşitli taşları inceliyorum. Özensizlik dikkatimi daha çok çekiyor. İznik Müzesi yani Nilüfer Hatun İmarethanesinden de anı toplayamadan içim sıkılarak ayrılıyorum. Bir tarihe yetişememiş olmanın hüznü kaplıyor beni.


Sıradaki durağım İznik Ayasofya Cami. Neyse ki talihsizliğimi biraz olsun kırıp burayı ziyaret edebiliyorum. Kapısından içeri girdiğim anda beni sarıp sarmalayan o eski taş duvar kokusuyla kendime ancak gelebiliyorum.  Tarihi Osmanlı ve Selçukludan bile çok eskilere dayanıyor. Asırlar boyu depremlere, yangınlara, tahribatlara direniyor. Yapı Hıristiyanlar için oldukça önemli. Hıristiyanlıkla ilgili önemli kararların alındığı 7.Konsil burada toplanıyor. Orhan Gazi'nin İznik’i kan dökmeden fethetmesinden sonra ise kilise camiye çevriliyor. Camiye ayrıca Mimar Sinan’ın eli de değiyor. Birçok yıkıma uğramasına rağmen dimdik ayakta. Duvarlarının keskin kokusunu ayrılırken son kez içime çekiyorum.


Rotamı Osmanlı’nın bilinen ilk medresesine doğru çeviriyorum. Kalbimin atışlarını hissedebiliyorum. Birazdan ilk olmasının verdiği cazibesinin yanında geçmişin tüm gizemini duvarlarına sindirmiş bir yapı tüm heybetiyle karşımda olacaktı. Sabırsızlıkla sokakları geçmeye başladım, tam kavuşmaya üç beş adım kalmışken gri soğuk bariyerlerle etrafının kapatıldığını gördüm. İçim acıdı, kavuşamadım. ‘’İçeri girmek tehlikeli ve yasaktır’’ yazılı kapısı ardına kadar açıktı. Bir süre olduğum yerden içeri bakmaya, görebildiğim kadarını ezberlemeye çalıştım. 


Bir iki adım atıp kabloların, inşaat malzemelerinin arasından atlayarak medresenin kapısına ulaştım. Avlusuna girmeye cesaret edemesem de hayli üzgün halde duvarlarına yaklaştım.


Dokundum. Ellerimde buruk bir tat, başka baharlarda kavuşana dek; hatırası benimle kalacaktı. ‘’Yine geleceğim’’ diye fısıldadım. Bu defa avlunda oturup başımı senin görebildiğin kadarıyla gökyüzüne kaldıracağım. Yetecek. Gözlerim sadece ikimizin bileceği hislerle dolu kubbende hayallere dalmakta nasip olacaktı. Duvarlarına sırtımı yaslayıp hikâyelerini dinlemek için mutlaka tekrar geleceğim.
Sokağa çıktığımda tam karşısında dikilmiş evlere değdi gözlerim. Nasip. Tarihle beraber yaşamak, her pencereden baktığında onunla göz göze gelmek nasıl bir duyguydu acaba? Yoksa bu onlar için günlük yaşantının içinde sıradan, alelade bir şey miydi? Bu daha mümkün gibi göründü. Her gün aynı heyecanı duymak olası değildi ama yine de nice zamanlara dayanmış,  kubbesinin altında fısıldanan her şeyi ahirete saklamış bu duvarlar kadar iyi sırdaş bulunur muydu?
Zaman tüm hızını yitirmiş gibi bana ayak uyduruyor. Ağır ağır göle doğru inmeye başlıyorum. Gölün maviden yeşile çalan rengi her zaman iyi gelir. ‘’Tirşe’’ rengi deniyor. Sait Faik’ten biliyorum. Kısa bir mola vereceğim ama zaten saat daha 10.30. Zaman durmuş bir şeye beni ikna etmeye çalışıyor.



Gölün altındaki batık şehir efsanesini biliyorum. Duydum, okudum. Ama burası da koruma altında. Kano ya da teknelerle yanaşıp keşfetmeye geçiş yok. Evet, gün batımının efsane renklerini de biliyorum. O renklerle yüzümü gözümü boyayacaktım.  Bunu da ben kendi isteğimle bir sonraki kavuşma gününe saklıyorum…
Birkaç tur attıktan sonra, Çinili Saat Kulesine ulaşan caddeler en tanıdık muhit oluveriyor. Dört ya da beşinci geçişimde ziyarete açık olan nadir yapılardan 1. Murad Hamamı’ndan içeri giriyorum. Ayrıca Çini Çarşısı burası ve çoğunluğu kadın sanatkârların. Usta fırça darbeleriyle desenlerin ve renklerin birbirlerine karışmasını saatlerce izliyorum. Renklerin kokusunu ilk kez bu kadar net duyabiliyorum.
Eski Osmanlı tadında bir kahve diyorlar. ‘’ İçer misiniz? ‘’ Kırmıyorum. Tadı çokta farklı değil. Olsun mavi, yeşil, sarı, turuncu tüm renklerle bulanmış. Gökkuşağının ortasında yudumluyorum. Kırk yıl hatırı var sayıyorum.



Sokaklarda sonsuz bir yürüyüşe çıkmış gibi hissediyorum. Sürekli başa sarıyorum. Bilmem kaçıncı turda sokak arasında İstanbul Üniversitesinin kazı çalışma alanını fark ediyorum. Çitlerin arasından hayran kalarak bir süre izliyorum. ‘’Bu hakikaten şahane bir şey, burada bir değil bin dünya uyuyor toprağın altında’’ diyorum.
Böyle bir yazı kaleme alacağımı bende hiç hayal etmemiştim. Tek tek dokunduğum taşları, kokusunu içine çektiğim duvarları, kubbesinin altında ısındığım bahçeleri, anlatmak istemiştim. Maalesef geç ulaşmışım bu tarihi kente. Böyle diyorum çünkü her tadilattan sonra mutlaka bir şeyler eksilir tarihin ruhunda!
Ayaklarımı binlerce yıllık ayak izlerinin bıraktığı tozlarla buladım. Biraz hatıramı kattım gölünün mavisi, toprağının kahvesine. Kalbim buruk ama tekrar kavuşma arzusunun tanıdık umuduyla hayaller kurarak yola koyuldum.
Bu defa yol boyu kenarda dizilmiş zeytin ağaçlarına ellerimi uzattım. Rüzgâr yüzüme çarpıyor, saçlarımı dağıtıyor. Pek umurumda değil. Çünkü kalbim ‘’ Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin…’’ şiirini okuyor.
‘’Bir uçtan bir uca Türkiye’yi kucaklamak, toprağını avucuma doldurmak! İşte En Büyük Hayalim’’ ismini verdiğim listemde İznik’in yanına ancak ‘’Hayallerim Tadilatta’’ yazabiliyorum.
Şimdilik…


0 yorum oku / yaz