Sabahın
tatlı esintisi yüzümü ılık ılık okşadı. Soğuk merdivenin ilk basamağında yalın
ayak öylece dikiliyorum. Çocukluğumdan beri gün aydınlandığı gibi soluğu bu
basamakta alırım. Önce babamın doğduğumda diktiği ağacımı selamlarım. Onunla
akran sayılırız. En yakın dostum. Çok dallarını kırdım, yapraklarını yoldum, o
da benim çok kolumu bacağımı çizdi; hatta bir keresinde çok sinirliydi galiba,
beni öyle güçlü itti ki tepesinden yere kapaklandım. Bir ay oyun oynamadan,
ayağım sarılı kımıldamadan yattım. Feci sıkılmıştım ama yine de penceremden
onunla her gece sabaha kadar sohbet ettik. Annem, beni sakatladığı için ona çok
kızgındı o yüzden gündüzleri pek konuşamazdık. Ben de sabahları çok geç uyanır,
akşam herkes yatar yatmaz penceremin camına tırmanırdım. Hayaller kurar,
şarkılar söyler, yıldızlara bakarak dilek tutardık. Çok kavgalar
ettik ama hiç küsmedik.
Onun
ardından bahçedeki diğer yeşil, sarı, kırmızı, turuncu arkadaşlarımı elimle
selamlayıp ‘’Size de günaydın!’’ diye güneşin müjdesini veririm. Sesime kapı
komşumuz Pamuk teyze cama çıkar. Kafasını uzatır, tebessümle ‘’Günaydın güzel
kızım, günaydın bal kuzum.’’ der, ‘’Allah zihin açıklığı versin, kötüleri
senden ırak eylesin.’’ diye dualar ederek devam eder. Çizgilerine
dolmuş gamzesi saklandığı yerden kendini gösterir. Dışarıda hayat beni iki
dakika beklerken, ben her gün bu töreni aynı heyecan ve mutlulukla tekrarlarım.
Evimiz,
yokuş aşağı nefesimizi kesen rüzgârı kucaklayarak koşturduğumuz, adanın en
güzel manzaralı, meşhur Hayal Sokağındadır. İskeleye sırtını verip tam
karşısındaki yokuş yoldan tırmanmaya başladın mı, üç sokak sonra sağ tarafta
hemen görünür. Rengârenk çiçeklerin duvarlardan sarktığı, adanın sevecen
ruhunun sarıp sarmaladığı sokaklardan birinde; heybesinde özenle sakladığı acı,
tatlı anılarıyla, yıllardır başını göğe değdirerek sessizce dikilir durur.
Yaşanmışlıklar ahşap kemiklerini biraz çatırdatsa da hala dimdik ayakta,
kalender gülümsemesi pervazlarından hiç silinmedi. Annemin saksıları çiçek açar
bu gülümsemenin kenarlarında.
Arnavut
kaldırımlı Hayal sokağının en tepesinden kollarımı açar, bağıra çağıra bayır
aşağı son sürat koşarım. Haziran, arkamdan topal ayağıyla seke seke beni takip
eder. Aşağı uçar gibi inmek neyse de çıkarken epey kan ter içinde kalıyoruz.
Haziran’a kıyamadığım için yukarı kadar hep kucağımda taşırım. Onu iki yaz önce
yaralı ayağıyla parkta acıyla kıvranırken bulmuştum. Ağlamaklı gözlerini hiç
kırpmadan, gözlerimin içine bakıyordu. Bırakamadım. Kucakladığım gibi eve
getirdim. Karnını güzelce doyurduk, yarasını temizledik, ayağını bir güzel
sardık. Yıkadık, pakladık. Tertemiz mis gibi olmuştu. Babam hemen bahçede onun
için tahtalarla bir kulübe yaptı. Haziran gün geçtikçe toparladı daha da iyi
oldu. O günden beri hiç ayrılmadık. Şimdi adını aldığı mevsim gibi hareketli ve
neşeli.
Biz
Haziran ile bir kere koşmaya başladık mı, yüzümüz pancar gibi kıpkırmızı,
sırtımız terden su gibi oluncaya dek yorulmayız. Zamanı da açlığı da unuturuz.
Sadece onu da değil. Bir iki turdan sonra kesik kesik çıkan nefesimizle kaçıncı
kez başa döndüğümüzü saymaya çalışırız ama her defasında kaçıncı turda
olduğumuzu bir türlü hatırlayamayız. Hatta doğru olsun diye her tur bittiğinde
ağacın dibine birer taş bile koymayı denedik. Ama taş saydığımız günün
gecesinde annem Küçük Prens kitabını okudu bana,
‘’ Büyükler sayılardan hoşlanır. Onlara yeni
bir dostunuzdan söz açtınız mı, hiçbir zaman size önemli şeyler sormazlar.
Hiçbir zaman: ” Sesi nasıl? Hangi oyunu sever? Kelebek toplar mı?” diye sormazlar.
“Kaç yaşındadır? Kaç kardeşi var? Kaç kilodur? Babası kaç para kazanır?” diye
sorarlar. Ancak o zaman tanıdıklarını sanırlar onu. Büyüklere: “Pembe
kiremitten bir ev gördüm, pencerelerinde sardunyalar, damında güvercinler
vardı” derseniz, o evi bir türlü gözlerinin önüne getiremezler. Onlara: “Yüz
bin franklık bir ev gördüm” demeniz gerek. O zaman: “Aman ne güzel!” diye bağırırlar.
Ne kadar haklıydı. Ben de sayıları
sevmiyordum artık. Hiçbir şeyi saymıyordum. Mesela kıyıdan kaç tane taş
topladığımı bilmiyorum, kaç tur yaptığımızı da. Böylece diğer sokaklarda ki
çocuklarla da kavga etmez olduk. Yarışmak yerine el ele tutuşup beraber
koşturduğumuz bile oldu.
Adanın
sokakları birbirine bağlı. Yan sokaklar, aşağıdan yukarı inen bir sokağı
ortadan ikiye keser ve uzunca devam eder. Biz Hayal sokağının en tepesinden
koşmaya başladık mı, diğer sokaklardan da çocuklar, köpekler ve kediler
yolların kesiştiği yerde çıkıverir karşımıza. Sonra arka arkaya takılır, sonu
sahile varan yolu palas pandıras koşmaya devam ederiz. En sevdiğimiz an, son
turu tamamlayıp meydanda ki parkın çimenlerine sere serpe kendimizi attığımız
andır.
Kalbim
normal ritmine dönene kadar derinden soluk alıp verir, gözümü hiç kırpmadan
gökyüzünü seyrederim. Ağaçların bulutlara ulaşmak istercesine dallarını göğe
doğru uzattığı; yapraklarının yağmur damlalarına kavuştuğu yerde ben de olsam!
Yeşil ile mavi birbirine karışırken üstüm başım tirşe rengine bulansa.
Adada
yaşamanın en cezbedici yanı budur. Her sokağın sonu denize çıkar. Burada
herkesin köpeği ve adımlarını maviye ulaştıran bir sokağı vardır. İşte dünyanın
aradığı eşitlik! Bu kıyıda hepimiz aynıyız. Özgürce rüzgârı kucaklar, yolun
sonunda maviye boyanırız.
Yazın
şenlik alanına dönen adamızda, tatlı mayhoşluğuyla; kalpleri ılıklaştıran,
insanı huzurdan sersemleten bir cumartesi günü. Kahvaltıyı yaptığımız gibi
Haziran ile kendimizi dışarı attık. O vakittir sokaktayız. Saat ne ara ikindiye
yaklaştı anlamadık. Son turdan sonra artık yavaş yavaş evlere dağılmaya
başlarız. Haziran’ı kucakladığım gibi Hayal sokağının bel büken yokuşunu
tırmandım. Şimdi hazırız. Bir ayağımı duvara dayadım, çıkışı iyi yaparsam
nefesim kesilmeye ramak kala parkın kapısına ulaşırım.
Haziran’a
seslendim. Her koşu öncesi onunla konuşur, motive ederim ki; yolda
gördüğü diğer köpeklerin peşine takılıp beni bırakmasın. Hafifçe öksürüp
boğazımı temizledim, sesimi büyüklerinkine benzetmek için titizlikle ayarladım.
Tıpkı onlar gibi biraz sinirlice ve çok mühim işler başarmış adam edasıyla
ciddiyetle bağırdım. Bu işi altın madalyaya ulaşmak için rakiplerini teker
teker geçmek zorunda olan bir yarışçı kadar önemsiyordum.
-Haziran,
oğlum! Hazırrr. Birrr, kiiii, üççççççç… Ben önde Haziran arkamda sağa sola
yalpalayarak deli gibi yokuş aşağı koşuyorduk. Birazdan ilk kesişen yoldan
diğer sokaktaki çocuklarda çıkardı. Eğer bu hızla gidersek mümkün değil önümüze
düşemezlerdi. Avaz avaz bağırıyordum,
-Aaaaaaaaaa!
Sesim yankılanıyordu. Kendi çıkardığımız rüzgâr kocaman açtığım
ağzımın içine doluyordu. Haziran da hemen ardımdan seke seke geliyor, son
sesinde havlıyordu.
Yan
sokakların bizim sokakla kesiştiği ilk yola iki dakika sonra gelmiştik bile.
Dediğim gibi arkamızda kalmışlardı. Bu beni daha da coşturuyor, önüme çıkan her
şeyi devire savura ilerliyordum. İki, üç, dört… Sırayla diğer sokaklardaki
çocuklar da bize katılmış şimdi hep birlikte meydana doğru gidiyorduk. Haziran
ile ben en önde adeta uçuyorduk. Ayaklarımız yerden kesilmişti.
Ada
Dondurmacısından sağa doğru hızımı düşürmeden ama kontrollü bir şekilde döndüm.
Bu dönemeçte dengesini sağlayamayıp yere yuvarlanan çok olurdu. Neyse ki ben de
Haziran da bu konuda usta sayılırdık. Dondurmacıyı geçtikten iki üç dakika
sonra park göründü. Hızımı düşürüp son adımımla kaldırıma atladım. Nefes nefese
kalmıştık ama değmişti. Haziranla birbirimize sarılıp birinciliğimizi kutluyorduk.
Artık gönül rahatlığıyla çimenlere uzanabilir, dinlendikten sonra eski iskeleye
varıp hava kararıncaya dek masal okuyabilirdik.
Parkın
kapısına sırasıyla herkes dokundu. Bitiş çizgimiz burasıydı. Yavaş yavaş
evlerine dağılanlar, serinlemek için dondurmacıya geri koşanlar oldu. Biz bitap
halde, her zamanki gibi yaşlı çınarımızın gölgesine attık kendimizi. Ellerimi
bağlayıp başımın altına koydum, yastık yaptım. Bacaklarım uyuşmuş, tabanlarım
zonkluyordu. Göğsüm aceleyle inip kalkıyordu. Haziran da dili dışarda yanıma
kıvrılıverdi.
Soluğum
yavaş yavaş eski halini aldı, kalp atışım normale dönüyordu. Çınarımızın geniş,
genç âşıkların adlarını kazıdıkları karalı gövdesine sığınıp güvenle gökyüzüne
hayallerimi çizebilirdim.
Ne
kadar geçti hatırlamıyorum. Epeydir gökte bir buluttan diğerine zıpladık,
ayaklarımız pamukların içine gömülü, etrafımız alabildiğine bembeyazdı. İleride
minik bir bulut gözleri dolu dolu neredeyse ağlayacaktı. Gözyaşları çok
geçmeden ada sokaklarında pedal çeviren, sahilde ayaklarını suya sokan, denize
karşı çaylarını yudumlayan insanların üzerine yağacaktı. Üç bulutun üstünde
zıplayarak yanına gittim.
-Merhaba
küçük bulut, neyin var? Neredeyse ağlayacaksın?
-Merhaba,
küçük kız ve küçük köpek. Arkadaşlarım benimle alay ettiler. Buluta
benzemiyormuşum. Daha çok vanilyalı dondurmayı andırıyormuşum. İnsanlar
aşağıdan bana bakıp gülüyorlarmış. ‘’Ayy ne de çirkin bir bulut. Tıpkı bir
dondurma gibi’’ diyorlarmış.
-Ama
hiç öyle şey olur mu? İnsanlar tam aksine bulutlara bakıp onların neye
benzediğini bulmaca oyununa bayılırlar. Aşağıda hiç ‘’ Aaaa şu buluta bak, ne
kadar da buluta benziyor’’ diyen kimse yok. Herkes ‘’ Aaa şuna bak, aynı koca
bir file benziyor, bir de şuna bak, tıpkı bir çiçek gibi’’ derler. Normal
bulutlar dikkatlerini çekmez. Bulutu sadece bir bulut olarak izlemeyi asla
sevmezler.
Kirpikleri
ıslanmıştı. Gözlerinden bir damla su az kalsın düşüyordu ki yakaladım. Ellerim
ıslandı.
-O
yüzden üzülme artık. Sen hepsinden farklısın ve çok güzelsin. Hiçbirine
benzemediğin için seni istedikleri gibi incitebileceklerini düşünüyorlar.
Yeryüzünde de böyle şeyler oluyor.
Minik
bulutu ikna etmeyi başarmıştım. Birazcık gülümsedi bile. İnsanlar buralara
bakıp neler söylüyorlardı. Kesin büyüklerden duymuşlardı böyle şeyleri. Bu
bembeyaz coğrafyayı kendi toprakları gibi kire boğmasalar iyi ederlerdi!
Minik
bulutun üzerine izin alıp oturduk, ayaklarımızı aşağı sallandırdık.
Hıçkırıkları kesilmişti. Yumuşacıktı. Sakin ve huzurluyduk.
Bulutlar
Ülkesi masalını okumaya başladım.
‘’Bir
varmış bir yokmuş. Vakti zamanında Bulutlar Diyarında çocuklar tüm
kötülüklerden uzak, kardeşçe bir arada yaşarlarmış. Şarkılar söyler, oyunlar
oynar, masallar dinlerlermiş. Hiçbir çocuk hastalanmaz, kimsenin kalbi
kırılmazmış. Herkese yetecek kadar meyve, çikolata ve dondurma varmış.
Bulutlardan dağların zirvesine kadar uzanan salıncaklar kuruluymuş. Bu ülkede
yasak ve can sıkıcı kurallar yokmuş ama bir tek çocukların ağlaması yasakmış.
Bütün çocuklar aynı dilde konuşur ve karınları ağrıyana dek gülerlermiş. Sözleri
kesilmez ve istedikleri kadar konuşmalarına izin verilirmiş. Bembeyaz Bulurlar
Ülkesinde tüm çocuklar eşit ve çok mutlularmış...’’
Gökyüzünde
çizdiğim hayalimin mutluluğu içimi kapladı. Bu işte her geçen gün daha iyiye
gidiyordum. Büyüdüğümde Hayal Mimari ya da Hayal Ressamı muhakkak olmalı;
çocuklara hikâyeler anlatmalıydım. Ya da Masal Dağıtıcı mı olmalı? Ne fark eder
ki. Dünya, çocukları yeterince ağlattı. Buna son vermek için mücadele etmeli,
onları umuda ve iyiliğe inandırmalıyım.
Bulutların
üzerinde eşsiz bir oyun başlamıştı. Gözlerimi sımsıkı kapattım. İleride
insanlara göstermek için hiçbir detayı unutmamalıydım. Öyle sıktım ki
gözlerimi, çocukların özgür, eşit ve mutlu yaşadıkları bu tertemiz ülkeyi
kalbime hapsettim. Büyüklerin kötülüklerinin hiçbir çocuğa ulaşamadığı bu
coğrafyaya kavuşacağım güne kadar kalbimde yaşatacaktım masalımı. İlk
tohumlarını burada atmıştım, elbet filizlenecek, çiçeklenecek ve sığamayacaktı
içime. İşte o zaman güzelliğini diğer çocuklara da sunmak için yola çıkacak.
Sarp dağlar da aşsa, derin sularda geçse, düşüp dizlerini de kanatsa
vazgeçmeyecek; yeniden kalkacaktı… Bir çocuk bile olsa ona dokunacak, sarıp
sarmalayacak ve koruyacaktı. Kendi masalını unutmasına asla izin vermeyecekti.
Heyecan,
huzur ve sabırsızlık… Karışık duygularla gözlerimi araladım. Gözlerimin önünde
yıldızlar uçuşuyor, renk hareleri anlamsız şekillerin içine doluyordu. Masalım gökte, az
önce olduğundan daha canlıydı şimdi. Üzerimde ışıklar geziyordu. Güneşin
batmasına saatler olduğunu bilmesem yıldızların avuçlarıma konmaya geldiğini
zannederdim. Haziran ile hala minik bulutun üstündeydik. Masalım orada devam
ediyordu.
Yattığım
yerden hafifçe doğruldum. Haziran etrafımda dönüyor, yerinde duramıyordu.
Havlaması neşeli kendi sabırsızdı. Işıklar, parıltılar daha da çoğaldı. Öyle ki
gökte bizi göremez oldum. Yıldızlar, bulutlar, gökkuşağı sanki hepsi yeryüzüne
inmiş, yanımıza gelmişlerdi. Gözlerim kamaştı. Ellerimi alnıma koyarak, ışığın
geldiği yöne doğru bakmaya çalıştım ama hiçbir şey seçemiyordum.
Yaşlı
çınarımızın göğe dokunan dalları rüzgâr değmiş gibi hışırdayarak kıpırdadı.
Ardından kökünden sökülecekmişçesine şiddetle sallandı. Yaprakları parka,
caddeye, denize savruldu. Çok şaşkın ve tedirgin geriye doğru sıçradık. Haziran
havlamayı kesmiş, ikimizin de ağzı bir karış açık bakakaldık.
Biraz
zaman sonra çınar sakinledi, şimdi hafif hafif sallanıyordu. Bulutlar
elimi uzatsam dokunabileceğim kadar yakınımdaydılar. Salıncak kurduğumuz
dalların arkasından tatlı bir esinti yüzüme çarptı. Bulutların arasından hasır
örgülü tahta basamaklı bir merdiven yavaşça süzülerek ayaklarımın dibine indi.
Şaşkınlık ve sevinçten ağzımı kapatamıyordum. Haziran zıplıyor, havlıyor;
mucizenin ne demek olduğunu bilir gibi yerinde duramıyordu. Gerçi ne demek
olduğundan bende çok haberdar sayılmazdım.
Ta
ki ayaklarımın ucuna gökten bir merdiven düşene kadar. Etrafta hiç ses yoktu.
Tüm evren mucizemize eşlik ediyor, bizimle beraber unutulmaz bir seyahate
hazırlanıyordu.
Babamın
doğum günümde hediye ettiği kırmızı rugan pabuçlarımla ileri bir iki adım
attım. Haziran benden daha cesur davranıyordu. Onun dünyasında böyle şeyler
mümkündü belki de. Hudutlar, sınırlar ve geçilemeyecek çizgiler yoktu.
Haziranı
kucağıma aldım. Merdivene ağır, sakin ama içim içime sığmaz halde yaklaştım.
Bir ayağımı ilk basamağa nihayet koyabildim, kafamı kaldırıp yukarıya
beyazların içine doğru baktım. Bir şey görünmüyordu. Dumanlar, sisler çökmüş
gibi pusluydu ama bir o kadar berraktı da. Ayaklarımın ucundan tüm vücuduma
yayılan benzersiz bir mutluluk kapladı her yanımı.
İlk
basamağa çıktığım anda tüm korkum kayboluverdi. Şimdi en yükseğe varıncaya dek
durmaksızın basamakları üçer beşer çıkmak istiyor; bulutlara, gökkuşağına,
yıldızlara kavuşmak için sabırsızlanıyordum. Masalım gerçekleşmişti. Bembeyaz
bulutlar diyarında sonsuza kadar kuş gibi özgürce yaşayabilirdim.
O an
bir şey oldu, tökezledim; ayaklarım kaydı. Çıktığım basamaklara çarpa çarpa en
uca kadar indim. Son hamleyle ipi kavradım, tek elimle tuttum; orada asılı
kaldım. Merdivenin en ucunda şimdi esintiyle beraber sallanıyordum. Diz
kapaklarım tahta basamaklara vurdu, çizildi. Sanırım kanadı da, bileklerime
doğru ağır ağır bir sıvı akıyordu. Bir elimle Haziran’ı olanca gücümle göğsüme
bastırıyor, diğer elimle ipi sıkıca tutuyordum. O an bir fırtınadır koptu, tüm
bedenimi sarsıyor, sağa sola savuruyordu. Kulaklarıma dolan rüzgâr sesi
kalbimin atışlarını duymama bile engel oluyordu. Uğultudan sağır, pustan kör
olmuş gibi ne duyuyor ne de görüyordum. Ayaklarımın ve kollarımın canı
kesiliyordu. Tutunduğum tek elim de çaresiz düştü. Bembeyaz ülkem rengini
kaybediyor, grileşiyordu. Bedenim sonsuz bir boşluğa doğru usulca süzülüyordu…
***
-Güzel
kuzum!
Günlerdir
ateşler içinde öleyazan çelimsiz çocuk, gözlerini zor bela aralayıp etrafındaki
kadınlara baktı. Neredeydi? Bu yabancı yüzler neden kendisine böyle
acınası ve üzüntülü bakıyorlardı. ‘’Haziran’’ diye mırıldandı. Cılız sesini
kimse duymamıştı. Kıpırdayamıyordu, bedeni alev alev yanıyordu. Çok uzun yoldan
gelmiş gibi yorgun ve halsiz hissediyordu. Tanımaz gözlerle çevresindeki
kadınlara bir iki saniye baktıktan sonra başı yana düştü, gözleri tekrar
kapandı, derin bir sessizliğe gömüldü.
Nihayet
dört gün sonra uykusundan uyanıp birkaç saniye de olsa bakabilmişti. Genç,
yaşlı, yüzlerine derin kederlerinin izleri yansıyan kadınlar bir ağızdan
konuşuyorlardı.
-Talihsiz
yavrum…
-Ah
benim kadersiz kızım…
-Çok
korkuttu bizi deniz gözlü kız…
-Oy
anam, Allah bağışladı seni bize…
Küçük
kız koğuşta herkesi çok korkutmuştu. Günlerdir aç biilaç annesinin ranzasında
yatıyordu. Her gece biri başında sabahlara değin nöbetteydi. Uykusunda Haziran
diye sayıklıyor, dağ, bayır aşmış, tepeler geçmiş de nefes nefese kalmış gibi
homurtulu sesler çıkarıyordu. Arada dudaklarının kenarında tebessüm
belirse de bu kimsenin yüreğini yatıştırmaya yetmiyordu. Endişeli bekleyişler
yerini ümitsiz bir evhama bırakıyor, türlü kâbuslarla geceyi gündüz
ediyorlardı. Akreple yelkovan birbirlerini amansız takipten vazgeçmiş, duvardaki
saatte sanki donup kalmışlardı. Bu karanlık, soğuk dehlizin içinde ne vakit
geçiyor ne de küçük kız kendine geliyordu.
Annesi
yaşama küskünlüğünü, kızının nahif omuzlarına yüklemişti. Kaderinin en acı
bedeli bu çelimsiz kızdı. Talihsizliği onun dünyaya gelmek istemesi ile
başlamıştı. Madem bu kadar doğmak istiyordu, öyleyse başının çaresine de pek
ala bakabilirdi. Yaşama olan kırgınlığının, yazgısına kızgınlığının tek
sorumlusu kızıydı. Beş yıl önce hapishanede dünyaya geldiğinde, bir Haziran
sabahının ılık serinliği; tek gün ışığı alan ufak, kirli pencerenin çatlağından
koğuşa dolmuştu. Kucağına vermek istediklerinde acı bir çığlık atıp kaçmıştı
kendi yavrusundan.
Annesinin
kininin aksine kadın mahkûmlar, hatta gardiyanlar ve cezaevi müdürü bile
kızcağız ile yakından ilgileniyorlardı. Bu kızın kimsesizliğinde vicdanlarının
sesini susturuyorlardı.
Bahar
da bir Haziran günü düşmüştü bu karanlık, çıkmaz çukura. Üç yıl önce. Küçük kız
henüz 2 yaşındaydı. Üç yaşından ilk gününü Bahar ablasının kucağında almıştı. Görür
görmez sevmiş, bir dakika yanından ayrılmaz olmuştu. Onun koynunda yatar,
avluya herkesten önde onun elini tutarak çıkar; beraber oyunlar oynar,
gökyüzüne bakarak hayaller kurarlardı.
Her
Haziran ayında beraber doğum günlerini kutladılar. Bahar ona resimli masal
kitapları okudu. Dağları, denizleri, hayvanları, ağaçları, kışın bacası tüten
yazın bahçesinde çiçekler açan sıcacık evleri anlattı. En çok da gökyüzünü…
Yıldızları, ayı, gökkuşağını ve elbette bulutları.
Avluyu
saran uzun ve yüksek taş duvarların tepesinde, tellerin üzerinden bir ağaç
dallarını onlara uzattı bir gün. Küçük kız hayatında ilk kez yaprakların
yeşillerini gördü canlı gözlerle. Bahar ablasının anlattığı masallardan bile
daha güzellerdi…
Günler
sonra gözlerini açtığı günün üzerinden neredeyse yirmi dört saat geçti. Hava,
Haziran ayının habercisi gibi aydınlanmaya, ışıldamaya tatlı tatlı esmeye
başlamıştı. Yarın Haziranın ilk günüydü ve küçük kız hala uyuyordu. Bahar’ın
içi sıkıldı. Kız hastalandığından beri başından bir saniye olsun ayrılmıyordu.
Neredeyse kendi yataklara düşecekti, o kadar halsiz ve yorgundu.
Cansız
bedeniyle kıpırdamadan yatan kızın ellerini avuçlarının arasına aldı. Başı
kızın başının hemen yanına düşüverdi. Göz kapakları geceye yenildi.
Sabahın
ilk ışıklarıyla beraber avuçlarında bir kıpırtı hissetti. Küçük kız ellerini
sıkı sıkı tutmuş, gözleri bahar gibi çiçek açmış halde kendisine doğru
bakıyordu. İnanamadı. Heyecan ve sevinçle, uykuya daldığı sandalyeden sıçradı.
Kızı kucakladığı gibi koğuşun ortasındaki masanın etrafında dönüyor,
gülücükler, kahkahalar birbirine karışıyordu.
Küçük
kızı yere bıraktı. Minik ellerini avuçlarında düşmesinden korkarcasına sıkıca
tuttu. Beraber avluya çıktıkları o ilk Haziran gününün umudu içinde, el ele
masallarına yürüdüler.
Artık
iyiden iyiye bahçeye doğru sarkmış ağaçlarının gölgesine sığındılar.
Bir
Haziran günü yeşilin göğe uzandığı maviliklere baktı küçük kız. Gözleri tirşe
rengine döndü…
*Bu öykü, 2011 yılında kitap konulu
karikatür yarışmasında birinci seçilen Mehdi Mohammadi Rouzbahani’nin
çiziminden yola çıkılarak yazılmıştır.
2 yorum oku / yaz
Çok güzel bir hikaye ile bu akşam içimi ısıttın , sevgilerim Haziran'â ve küçük dostuna. ❤
YanıtlaSilSende her zaman olduğu gibi yorumunla kalbimi❤
Sil