Gamzegraf
  • Home
  • Download
  • Social
  • Features
    • Lifestyle
    • Sports Group
      • Category 1
      • Category 2
      • Category 3
      • Category 4
      • Category 5
    • Sub Menu 3
    • Sub Menu 4
  • Contact Us

Son zamanlarda kafamı kurcalayan bir soru var: ‘’Ne tür seviyorsun?’’ Genellikle kitap için sorulan bu soruya net bir cevap asla verememişimdir. Bu durumda beni son zamanlarda rahatsız etmeye başladı. Okuduğum türlere dair yeterince bilgim mi yoktu, yoksa bu detaya dikkat mi etmiyordum? Peki, bu beni neden hiç ilgilendirmemişti?

Roman, öykü ya da şiir olarak türden bahsetmiyorum elbette.  Kurgu mu, aksiyon mu, dram mı ben neyi seviyordum? Aslında bu konuyu irdeleme kararımı genellikle yarım bıraktığım dizilerden sonra verdim. Yeterince konsantre olarak uzun süre bir şey izleyememek ve konuları, replikleri ve diyalogları kaçırmak, filmden, diziden kopmak acaba değil, bayağı ben de bir sorun var diye düşünmemi sağladı. Eğer sevdiğim bir türe yanıt verebilirsem, o tür hakkında dizi filmde rahatlıkla seçebilirdim.

Sonra aklımda ve kalbimde iz bırakan kitapları düşündüm. Ve hemen hemen hepsinin ortak özelliğinin karakterlerinin psikolojik tahlillerini derinlemesine yapan kitaplar olduğunu gördüm. Olay örgüsü, olayın heyecanı beni pek etkilememiş olsa gerek, bahsettiğim kitaplar hep tek kahraman odaklı, onun psikolojik durumunu, hikâyenin başından sonuna kadar onun ruhsal durumunun nasıl değişime uğradığını anlatan eserlerdi.

Sosyolojik özellikler barındıran ve toplumsal gerçekçilik üzerine yazılan kitapları da aynı kefeye koyduktan sonra, okuma sıramda diğer seçeneğin daha yoğun olması üzerine kararım kesinleşmiş oldu.

Psikoloji üzerine dizi ve filmleri aramadan önce uzun süredir beklettiğim ama sürekli elime alıp kurcaladığım kitabı da bu yolculuğuma dâhil ettim: Engin Geçtan – İnsan Olmak. Kendisi çok değerli bir Psikiyatri Profesörüydü. Ne yazık ki geçtiğimiz Şubat ayında kaybettik. Kitabı bitirdiğimde Engin Geçtan hayattayken aldığım kitabı vefatından sonra okumuş olmanın üzüntüsünü de yaşayacaktım.
Kitapla eş zamanlı olarak, kısa bir aramadan sonra reklamları ve fragmanı karşıma çıkan Netflix’in yeni dizisi Maniac’ı izlemeye başladım. Konusu, oyuncuları, mekânlar ve özellikle kahramanlarının bilinçaltında yaptıkları yolculuklarla kalbimi ilk bölümden fethetmeyi başardı.

Hayatlarının en umutsuz ve çıkmaz dönemindeki iki isim, Annie ve Owen. Annie, kız kardeşinin ölümünden dolayı kendini sorumlu tutuyor ve sadece bağımlı olduğu ilaç sayesinde rahatlıyor. Hayattan kopmuş, çevresine yabancılaşmış biri. Owen ise zengin bir ailenin en ilgilenilmeyen, umursanmamış çocuğu ve şizofreni teşhisi konulmuş. Psikolojik rahatsızlığı sebebiyle ailesi tarafından dışlanmış. En küçük kardeşi Jed, ailede Owen’ı en çok hor gören kişi. Owen ise kardeşine tahammül edemese de onun için mahkemede tanıklık yapmak zorunda. İkisinin de odak noktası kardeşleri gibi görülüyor.

Annie ve Owen’ın yolları gönüllü olarak katıldıkları bir klinik deneyinde kesişiyor. Deneyin amacı, A, B ve C olarak isimlendirilen hapların 3 aşamada psikolojik travmaları tedavi etmesini sağlamak. Yani tam Annie ve Owen’a göre. Owen deneye katılmak için yapılan testi sorunsuz geçiyor. Deneyden önce bir şekilde A hapına ulaşan ve ilaca bağımlı olan Annie ise takılıyor ve klinikte çalışan arkadaşını tehdit ederek bir sonraki aşamaya zorla da olsa katılıyor. Çünkü bu ilacı içtiğinde kız kardeşini kaybettiği trafik kazasını rüyasında görebiliyor. Ve amacı sadece bu anı tekrar yaşamak.
Hapları geliştiren doktorun insanların yaşadığı gereksiz ve verimsiz tüm acıları yok etme amacıyla çıktığını söylediği yolda, bir yandan zamanı ve mekânı çözümlemeye, bir yandan Annie ve Owen’ın hayatında neler olup bittiğini anlamaya çalışırken ilk bölüm bitiveriyor.

A,B ve C haplarının vaatleri şöyle: A hapı, kişinin hayatındaki en unutamadığı ve ona acı veren olayı buluyor. B hapı, en karanlık noktalara iner ve beynin savunma mekanizmasına girer. C hapı ise kişiyi acısıyla yüzleştirir ve nihayetinde onu kabullenmesini sağlar. Böylece iyileşme süreci tamamlanır.  
Hapları alan denekler uykuya daldıklarında rüyalarında gerçeküstü olaylar görmeye başlarlar. Annie ve Owen'ın ise bu rüyalarda da yolları kesişir. Bir zaman sonra artık iç içe geçmiş zihinsel dünyalarında, travmalarından kurtulmanın mücadelesini verirler.

Bu zihinsel yolculuk tam bir masal tadında. Bilinçaltında temizlenmesi için görülen tüm rüyalar bizi bambaşka dünyalara konuk ediyor. Bazen 80’lerde, bazen fantastik bir alemde, bazen ise bir soygunun ortasındayız.

Dizi ilk bakışta Annie ve Owen’ın ekseninde dönüyor gibi görünse de özellikle son bölümlerde deneyin ve ilacın mucidi doktorlarında baş edemedikleri ve onaramadıkları ilişkileri ve problemleri açığa çıkıyor.

Tabi tüm süreçte işler takır takır işlemiyor, her şey yolunda gitmiyor. 

Annie ve Owen'ın gerçek dışı hikayelerinde kesişen yolları, gerçek hikayelerinde de arkalarında bıraktıkları her şeye beraber el sallarken birleşiyor. 

Her bölümde bir elimde sert kahve, diğer elimde İnsan Olmak kitabı soluksuz izledim Maniac’ı. Zaman zaman gerçeklik duygusunu yitirip, kendimi akışa kaptırarak masallarına ortak oldum. Şu an Annie ve Owen’ın gerçeküstü hikâyesini özledim bile, tüm işlerimi kenara bırakıp bir oturuşta tüm bölümleri tekrar izleyesim var.


Sait Faik Belgeseli

Nisan, yağmurlarını bu sene Mayısa devretmiş gibi. 11 Mayıs Cuma gününün sabahı da küskün bir hava ile başladı, bulutları dolu, renkleri biraz bulanıktı. Mayıs ayının 11 inde bir Cuma günü Sait Faik öleli tam altmış dört yıl olmuştu. Islak bir akşamda sokak lambalarının ışığının altında hikâyeleri hala yaşıyordu…

Çok karmaşık hisler ve özlem ile bugünün gelmesini beklemiştim. Bilemiyorum kaç gün ama sanki Sait Faik’i kaybettiğimiz günden beri. Sonunda takvim 11 Mayıstı ve hikâyeler Mayısa biraz kırgındı.  

Akşamı bulmadan bırakamadı su damlalarını gökyüzü. Her on beş dakikada bir kontrol ettiğim saat, on sekiz çift sıfırdan on sekiz sıfır biri bulamadan ben kendimi kapıda bulmuştum bile. Özlemek sahiden garip biri. Gök hala karamsardı. Durağa kadar çare yok koşar adım, hatta belki koşa koşa gelmiş olabilirim. O esnada bulutlarda su damlalarını saklamaktan vazgeçmiş, üzerime serpiştirmeye başlamıştı. Özlemek belki de böyle bir şeydi. Mavisinden altmış dört yıldır eksik olan bir çift göze hasretti o da.

Bundan dört ay önce Sait Faik’in hikâyelerine sarılmıştım bir kış mevsiminde. İçimi ısıtacak bir şeyler mi arıyordum? Önemli değil. İlk kitabın ilk sayfasına titrek yazılarla yazmışım,
Şimdi tekrar sarılacağım dostlarına. Burgazada’nda gün batımlarında hikâyelerini anlatacağım sana.
Kalemin siyah mürekkebi dağılmış biraz. Son Kuşlar kitabın ismi ve de ilk hikâyesi. Sait Faik, Son Kuşların son cümlesinde demiş ki, Benden Hikâyesi… Belki o da titrek yazılarla yazmıştır bu iki kelimeyi kim bilir. Ama biliyorum. Ben o satırların altını çizerken titriyordu içim.

İki kelimenin gizemi sadece beni sarıp sarmalamamıştı bu kadar zaman. Onur Barış’ın hayalinin ismi de bu iki kelimeydi: Benden Hikâyesi. Belki Onunda kalemi bu iki sözcüğü yazarken titremiştir kim bilir. Ama biliyorum. Altı çizili satırlarımı saman sayfalarda değil beyaz ekranda gördüğümde titriyordu yine içim.

Hikâyeler sığınaktı. Cuma akşamı tüm karanlığını şehrin üstüne örterken Sait Faik’in hikâyeleri doğuyordu geceye. İstanbul Onun hikâyelerine sığınıyordu yeniden. Sokakları, kaldırımları, parkları, evleri... Ve içinde, üzerinde yaşayan; şimdilerde kimselerin dönüp bakmaya vakit bulamadığı, yaşamın ağırlığını omuzlarında taşıyan şehrin yüzlerine bakıyorduk tekrar. Gözlerinin ta en içlerine yine, yeniden. Üstelik tanışıklığımız çok eskiden, biliyorduk.

1906 yılının Kasım ayında, Adapazarı’nda başlıyordu Benden Hikâyesi. Ve sürecekti sonsuza dek, bilmiyordu. Ardından genç oluyor okul yılları çıkıyordu karşımıza. Önce İstanbul Erkek Lisesi sonra aldığı disiplin cezası yüzünden Bursa Erkek Lisesi. İpekli Mendil öyküsünü yazıyor burada, her şeyin başlangıcı oluveriyor. Eğitim hayatı çok başarılı değil, Fransa’da bile barınamıyor. Geri dönüyor. Babası ticaretle uğraştığından onu da deniyor, aynı başarısızlıkla sonuçlanıyor. Edebiyatı da zaten edebiyat olsun diye yapmıyor. O sıradan insanların hikâyelerinin peşinde. Bir yazar toplantısında balıkçıya benzettikleri için içeri alınmadığında mutlu, çok mutlu oluyor.

Sait Faik Belgeseli


Şehrin sokaklarını adımlıyor Sait Faik krem renk paltosu başında fötr şapkasıyla, o hikâyelerinin zamanında yürümeye devam ederken onun hayatına, öykülerine dokunan isimler Onu anlatıyor anılarında.

Söz Burgazada’da bakkallık yapan amcaya geldiğinde konu adasına da geliyordu nihayet. Adaya yerleştiğinde mutluluğu buluyor muydu sahi? Cevabı yine net değil. Ama ada ruhu ona iyi geliyor. Yalnızlığı geçmiyor geçmesine de denizler, balıklar ve kuşlar yoldaşı oluyor.

Yalnız, yapayalnız bir adamın hikâyesi bu. Yazarlık için değil de yalnızlığının üstünü örtmek için yazan bir adam. Hep kendi köşesinden olabildiğince sessiz etrafını izleyen sadece kalemiyle konuşan. Büyük lafları hiç sevmezdi. Belki de bundan ‘’yazmasaydı delirecekti.’’ O kalemi iyiki yonttun Sait Faik.

Sait Faik Belgeseli


Not düşüyorum gecenin sonuna ‘’Artık daha çok özlüyorum…’’

On bir Mayıs Cuma gününün ertesi, hava aydınlık. Hala kalbimde Sait Faik’in hikâyelerinden pasajlar okunuyor. Belgeselde Sait Faik ile anılarında ve hikâyelerinde buluşan kişilere şöyle soruldu: ‘’Sait Faik’i şimdi karşınızda görseniz Ona ne sormak isterdiniz?’’ Bunu düşünüyorum.
Gökyüzüne artık bir de Onun için bakacağım. Kuşlar ne olur Sait Faik’in hatırına arayı çok uzatmayın…



Stranger Than Fiction – Lütfen Beni Öldürme

Film Yorumu, Film Hakkında Bilgi

‘’Yazmak’’ fiiliyle şu sıralar çok meşgul olduğumu bir önceki yazımda belirtmiştim. Ne yapacağına bir türlü karar veremeyen mevsimler gibi olsa da ruh halim, düzene sokabildiğim birkaç konu var şükür. Bunların başında ‘’yazmak üzerine’’ konulu filmler geliyor. Listeye Woody Allen’ın efsane filmi ‘’Paris’te Bir Gece Yarısı’’ ile başladıktan sonra hız kesmeden hemen ertesi gün ikinci film ile devam edebildim.

Listemin ikinci filmi olarakta Stranger Than Fiction – Lütfen Beni Öldürme’ yi seçtim.
Oldukça keyifli ve ezber bozan bir film oldu benim için. Türkçe ’ye kim neden bu şekilde çevirmiş pek anlam veremesem de. İsmi duyulduğunda bunun aksiyon filmi olduğunu düşünmek olası. Fakat içeride işler hiçte öyle değil.

Harold Crick sinir bozacak derecede oldukça dakik bir adamdır. Öyle ki hayatında en ufak alışkanlıklarını bile belirlediği sayılar kadar tekrarlar, her eylemini, her hareketini en ince detayına kadar planlar. Saat gibi işleyen mekanik bir rutinde seyreder hayatı. Sebep bu düzeni ve titizliği midir bilinmez yapayalnız biridir aynı zamanda. Sayılarla yakın arkadaş olan bu adamın arası kelimeler ile oldukça mesafelidir. Yaşamını birkaç zaruri sözcük kullanarak bitirebilir.
Duygulardan uzak, hesaplamaların ve rakamların içinde kaybolmuş, giderek hızla robotlaşan bu adamın hayatı aynı rutinle devam ediyordu. Ta ki o Çarşamba gününe kadar.
Harold, her zamanki gibi gece uyumadan, kol saatini çıkardı; alarmını kurduktan sonra başucundaki komodinin üstüne bıraktı. Ve yine sabah uyandığında her zamanki gibi 32 dişinin her birini 76 kez fırçalayacakken bir ses duydu. Bu ses Onun, her gün aynı şeyleri tekrarladığı gösterişsiz hayatının tam ortasına yıldırım gibi düştü.
Ses susmak bilmiyor, Harold ise sesin kaynağını bir türlü çözemiyordu. Yaşamında hiç bu kadar sözcüğü bir arada kullanmamış dahası belki duymamıştı bile. Gürültü beyninin içinde yankılanıyor, evde, işte, yolda susmuyordu. Bir kadın sesi sürekli Onu takip ediyordu.
Ve bir türlü susmayan ses Ona duyabileceği en acı şeyi fısıldadı; ‘’önemsiz gibi görünen bu hareketinin, yakın gelecekte ölümüyle sonuçlanacağıydı…’’diyordu.  Ve daha acısı ‘’Neden? Neden ölüyorum? Ne zaman? Ne kadar yakında?’’ diye sorduğunda sesten hiçbir yanıt alamamasıydı.
Soruları cevapsız kalan Harold çareyi bir psikoloğa gitmekte bulur. Fakat nafile. Çözüm yok. Psikoloğun varabildiği tek sonuç Harold’un şizofren olduğudur. Harold durumu izah etme de güçlük çekse de emin olduğu tek şey vardır: Şizofreni asla değildir. Duyduğu ses gerçektir.

Bir hikayenin içinde yaşadığını düşünen Harold'a psikoloğun son tavsiyesi ise bir Edebiyatçıya görünmesi gerektiğini söylemek oldu.
Harold'un o seslerin kendisiyle konuşmadığını, Ona kendisini ve hayatını anlattığını fark etmesi çok uzun sürmemişti. Baş kahramanı olduğu bir kitabın cümlelerini yazarının sesinden dinliyordu. Üstelik bu kendi yaşamıydı. Fantastik ve düşsel bir kurgu.

Edebiyat profesörünün yardımlarıyla kendi hikayesinin anlatıcısının peşine düşecek ve Ona söylemek istediği tek şey, ''Lütfen Beni Öldürme'' olacaktır. 

Tek düze hayatı bu süreçte kaçınılmaz değişime uğrayacaktır elbette. Sayılara takıntısını yitirir. Neyi ne zaman ne kadar sürede yaptığının da, kaçta uyuyup uyandığının da ve saplantılı şekilde bağlı olduğu işinin de bir önemi yoktur artık. Çünkü ölecektir. Takıntıları olmadan yaşamanın tadına varmaya başlar. Yıllardır hayalini kurduğu fakat elini dahi sürmediği gitarı satın almaya, şarkı söylemeye ve sevdiği kadına açılmaya cesaret eder.
Yaşamak isteği ağır basar. 

On yıldır çekildiği inzivada gözlerden uzak kitabını yazan Karel Eiffel ise olan bitenden habersiz Harold'a bir son yazmak için daktilosunun başındayken,
Telefon çalar. Telefon tekrar çalar. Ve telefon üçüncü kez tekrar çalar. Eiffel için bununla yüzleşmek hiç kolay olmayacaktır. Çünkü baş yapıtını yazmıştır.

Uzaktan bir yazarın yazma sürecine dâhil olmak ise az bulunur fakat çok kıymetli bir deneyimdi. Film bu hissiyatı vermekte ayrıca çok başarılıydı. Yazarın kahramanını ne şekilde öldüreceğine ve kitabın sonunu nasıl yapacağına dair girdiği iç çekişmeleri ve kavgaları, o anki ruh halinin yansıması tek kelimeyle enfesti. Özellikle intihar olayını tasavvur ettiği sahne ise ‘’bambaşkaydı.’’  Hayali karakterinin gerçek bir insan olduğunu öğrendikten sonra ise yaşadığı iç hesaplaşması ve verdiği karar akıllara kazınacak ve kalpleri kazanacaktı.  
Bir yazarın gizemli yazı dünyasının kapılarını aralayan senaryo, ‘’Peki Ya Hepimiz Bir Kitabın Baş Kahramanıysak’’ dedirtmekten de dahası böyle bir düş kurdurtmaktan da geri kalmıyor.
Paris’te Bir Gece Yarısının büyüsünden sonra, Lütfen Beni Öldürme de kurgusuyla tatlarını damağımda bırakıyor. Listem, zihnimde ilham yıldızlarını parlatmaya devam ediyordu.

                                           

Midnight in Paris


Bir masalın içinde gece yürüyüşe çıkmışsın da, yağmur yağmaya başlamış; ılık su damlaları yüzünü ıslatıyor. Sırılsıklam olacaksın birazdan ama eve dönmek istemiyorsun. ‘’Diğerleri sadece ıslanır’’ sözünde bahsedilen kişi değilsin üstelik. Belli ‘’Bazıları yağmuru hisseder’’ denilen, bazılarındansın.

Yazmak üzerine, yazmak fili, yazmak eylemi… Şu sıralar beni anlatan en iyi kelimeler bunlardır sanırım. ‘’Yazmak’’ sözcüğünün gizemine kapılmışken ona dair ne varsa toplamaya, biriktirmeye çalışıyorum.
Çok uzun sürmüyor ‘Midnight in Paris’ ile bir gece yarısı buluşmam. Başladığı andan itibaren ise beni bambaşka bir dünyaya götürüyor. Kalbim ılıklaşıyor.

Gil’in peşinden gizlice arabaya binmişim, 1920 lerin Paris’inde yolculuğa çıkmışım gibi bir his. Bir de güven ve huzur hissi. Sanki buralara aitmişim gibi bir his aynı anda hatırlatıyor kendini. Ki henüz Paris’i bir kere bile görmemişken, onu henüz tanımamışken. İşte bu Woody Allen büyüsüymüş. Anladım.

Gil ve nişanlısı Inez, Inez’in babasının işi sebebiyle bu aşk dolu Avrupa kentinde kısa bir tatil imkânı bulurlar. Başlarda aşkları doludizgin devam ediyor, her şey yolunda gidiyor gibi görünse de yazar olmak isteyen Gil’in aklı daha çok yazacağı kitapta, kalbi ise eski Paris’tedir. Gil’in Paris’te gece yarısı çıktığı yürüyüşler ise akılları karıştırmaya başlar.
Yine bir gece vakti Paris’in ışıkları altında dolaşırken dinlenmek için merdivene çöker. Şehrin sessizliğini çalan gece yarısı saati bozar. Başka masalların sonu olan bu saat dilimi Gil’in masalının ise başlangıcıdır. Karanlık sokakların arasından, saatin sesini bölerek bir araba yanaşır ve ısrarla Gil’i çağırır. Gil biraz şaşkın arabaya yönelir ve çok geçmeden kendini 1913 model Peugeot’un içinde bulur.
Bu eski model araba kahkahalar eşliğinde Onu hayal dahi edemeyeceği eşsiz bir düşe götürür. Fantastik bir düşün ortasına düşen Gil hayran olduğu kişilerle karşılaşır. Dönemin büyük isimleriyle tanışma ve dahası kitabını okutma şansı yakalayan Gil için artık en zoru geri dönmek ve yaşadığı boş, sıkıcı dönemde olmaktır.
Gizemli düşüne kavuşmak için her gece yarısı sabırsızlıkla klasik otomobilin gelmesini bekler. Aynı kahkalar eşliğinde Paris’in altın çağına 1920 lere gider.  
Eski çağ kalbini farklı duygularla doldurmaya da başlar. Burada tanıştığı Adriana’dan etkilenmesi çok uzun sürmez. Paris’e kısa bir tatil amacıyla geldiği nişanlısıyla ilişkisini sorgulamaya başlar. Hayatının aşkı olmadığı düşüncesi Adriana’yı tanıdıkça daha çok ağır basar. Ve ilişkileri kopma noktasına gelmekle kalmaz, sona erer.
Gil ile Adriana 1920 lerin Paris’inde dolaşırken karşılarına eski zamanlara ait at arabası çıkar. Arabanın içine atlayan Gil ile Adriana kendilerini 1800 lerde bulur. Adriana özlem ve hayranlık duyduğu dönemin tam ortasına düşünce burada kalmak, kendi dönemine dönmek istememektedir. Adriana’nın bu fikrinden sonra onu ikna etmek için kendisinin 2000 lerden geldiğini söylemek zorunda kalır Gil.

1800 lerde karşılaştıkları kişilerin bile daha eskileri altın çağ olarak nitelendirdiğini gördüğünde ise Gil bunun her çağ için geçerli bir durum olduğunu anlar. İnsanlar her zaman böyle bir aldatmacanın içindedir. Ve geçmişte yaşamış olmak, geçmişi her zaman mutlu zamanlar olarak atfetmek bir yanılsamadan ibarettir. Önemli ve var olan tek şey ‘’şu an’’ dır.

Gil bu durumun farkına vardığında yağmur altında yürüyerek gözden kaybolurken, film biter.

Woody Allen seyircisini asla uyanmak istemeyecekleri bir düşe davet ediyor. Ben de istemiyorum. Masalın içinden başka bir masala doğru kapı açılıyor ve bu sonsuza kadar devam edecekmiş gibi geliyor. Hayal ile gerçek arasındaki o çizgide hayalleri bırakıp gerçek dünyaya dönmek biraz zor oluyor. Bu film beni hayalperestliğe inandırıyor. Masalların, zaman yolculuklarının mümkün olduğu diyarlar çok uzak görünmüyor.
Bir vapurda beni iskeleden alıp 1930-40 ların Burgazadasına götürür. Sait Faik ile balıkçıların oltalarından beraber hikâyeler toplarız belki. Kim bilir…
Bir masalın içinde gece yürüyüşe çıkmışsın, yağmur yağmış; ıslanmışsın. Sırılsıklam olmuşsun da ay ışığında, umursamamışsın. Yetmemiş bir de hayatının aşkıyla karşılaşmışsın yolda. Arkada en sevdiğin şiirin mısraları mırıldanıyor.

Öyle, onun gibi bir film işte…


La Casa De Papel



Çok iyi bir izleyici olduğum söylenemez.  Ama blogla birlikte aldığım kararlardan bir tanesi de düzenli olarak sürekli ertelediğim dizi ve filmlere gereken ilgiyi göstermekti.
Film günü ilan ettiğim fakat henüz açılışı yapamadığım yorgun Cumanın ertesi, boşa geçirdiğim zamanımla kavga eder bir haldeydim yine. Kafamda film, dizi isimleri; dışarı mı çıksam diye gelen ani fısıltılarla zihnimde beliren otobüs saatleri… Nereye gitsem? Sorusuna karşılık gözümün önüne gelen Karaköy-Kadıköy- Beşiktaş tabelaları… Bu gürültünün içinde kendi sesini zor duyar insan.
Kahvaltı faslı öğleye sarkınca üşengeçliğimin de vermiş olduğu yetkiye dayanarak bacaklarımı kırıp koltuğun üzerine iyice serildim tabi. Bir cumartesiye yakışan öğleden sonraya sarkan kahvaltılar, ardından ikindiyi bulan kahve fasılları değil de neydi ?
Şimdi dünden kalma bir film izlemek için en miskin zamanlardı. Asıl soru ise şuydu? Ne izlesem? Tabi izlenmesi gereken zaman da asla izlenmeyen filmler, diziler birbiri ardına eklenmiş, liste gittikçe uzamıştı ama olsundu.  
Son günlerde en çok kurduğum dilime pelesenk olan cümle ‘’Bu Tokyo’da kim ya?’’ ydı ve sayısız kere kaydettiğim öneri postlarının başlıkları aynen şöyleydi: ‘’La Casa De Papel – İzlemeyen Kaldı Mı?’’
Evet vardı, ben. Karar vermekle vazgeçmek arasındaki o ince çizgide çok oyalanmadım bu defa.
Her Şey İmkânsız Şekilde Mükemmel Gidebilir Mi?
Türkçeye Kâğıthane ya da Kâğıt Evi olarak çevrilebilirmiş. Bir grup suç defteri kabarık, kader mağlubu kişiler; Profesörlerinin kurduğu kusursuz plan doğrultusunda Darphane soygunu için kolları sıvarlar. Tam olarak soygun sayılırsa. Çünkü onlar kimseden bir şey çalmayacaklar sadece kendi paralarını basacaklardır.
İzbe bir yerde tüm olasılıkları hesaba katarak hayalini kurgulayan Profesör ve ekibi için beş ayın sonunda artık vakit gelir. Böylece tarihte hiç benzeri olmayan soygun girişimi 1.bölüm itibariyle başlar.  Ve olaylar şöyle devam eder: İkinci Bölüm, Üçüncü Bölüm, Dördüncü Bölüm…  Yani kurgu çok zekice. Bölüm sonlarında bir sonraki bölüme hemen tıklamak son çare gibi.
Aslında tempo çok üst seviyelerde diyemem, tonlarca yorumdan sonra bunu söylemek için çaba sarf ettim ama nafile. Soygundu, aksiyondu, gerilimdi senaryo içine sadece serpiştirilmiş. Durağan sahneler yoğunlukta. Konuşmalar ve insan hikâyeleri daha ön planda. Yukarıda öyle yazdım çünkü artık bir hayli sıkıldığımı fark ettiğim anda bir şeyler oldu. Her bölümün son beş dakikasında mutlaka heyecan yükseliyor ve akıllara ‘diğer bölümde ne olacak acaba?’ sorusu takılıyor. Bu yüzden diziyi yarıda bırakmak, bir iki bölüm izleyip sonunu getirememek pek mümkün değil.
Peki, tüm ihtimaller hesaba katılmış olabilir mi? Elbette olamaz. Saatler ilerledikçe huzursuzlanmalar, karamsarlıklar da gün yüzüne çıkıyor. Aşk, ihanet, hırs, korku, haz, öfke, acı, gözyaşı ve kahkaha birbirine karıştıkça daha önce akıllara gelmeyen değişimler ve duygu çatışmaları ortaya çıkıyor. Hal böyle olunca da ipin ucunun kaçması çok normal değil mi? Özellikle işin içine umutsuzluk girdiğinde insanların ne denli farklılaştığını senarist enfes yorumlamış, oyuncular ise mükemmel canlandırmışlar.
Soygunun beyni Profesör lakaplı gizemli adam. Bu adamın bir derdi var. O da ruhları çürüten, kokuşmuş düzene başkaldırmak. Kendi çağının Robin Hood masalını tekrar yazmak bir nevi. Nitekim bunu, ekibini deli mi dahi mi soruları hala yanıt bulamayan döneminin aykırı ismi Salvador Dali maskeleriyle insanların karşılarına çıkarmasından da anlayabiliriz. Diyebiliriz ki, La Casa De Papel sadece bir hırsız polis oyunu değil asla. O, hepimizin içinde bir yerlerde saklanan çocukluk hayali, yenilmez kahraman Robin Hood hikâyesi. Belki de bu yüzden çok izlendi, çok sevildi. Çok izlenecek ve çok sevilecek. Sisteme başkaldıran, ona meydan okuyan ve nihayetinde onu onarılmaz yenilgiye uğratan bu bir grup insan, hırsız değil; yeni kahramanlarımız.
Peki, neden bu kadar çok sevdik? Çünkü farklı bir renk, ayrı bir soluk getirdiler bu ekran dünyasına. Aşikâr. Sanırım hepimiz Amerika hegemonyasından sıkıldık. Dikte ettiği güzellik algısı da, İspanyol dizisinin seçtiği tipler ile beraber biraz darbe yedi gibi. Dolgun dudaklı, hokka burunlu, kaslı, atletik… Sanki seri üretimden çıkmış gibi kusursuz görünüme sahip abi ve ablaların yerini, orantısız vücut hatları ile dayatılan standart güzellik ölçütlerinin çok uzağında olan bizimkiler aldı. Bariz kemerli burunları, göbekleri, savurdukları küfürleri ile bizi de anımsatıyorlar; yok yok bayağı benziyorlardı da.
Ve hepsinin bir hikâyesi vardı elbette. Kötü, salt kötü olarak doğar mıydı? Onu en son raddeye getiren etmenler, bu kıyıya sürükleyen azgın sular olamaz mıydı? Olurdu. Yanıtların hepsi burada saklı.
Senaryoda en göz alıcı bir diğer nokta ise şüphesiz karakterlerin şehirlerle bağdaştırılmasıydı. – yani en azından benim için kesinlikle öyleydi – Şahsına münhasır kahramanlar ismini aldıkları şehirlerin kimliklerini de yansıtıyordu.
Berlin, Tokyo, Rio, Moskova, Nairobi, Denver, Oslo ve Helsinki. Biraz burukluk oluşuyor mu sizde de isimleri okuduktan sonra? Peki ya İstanbul? Dediniz mi. Her izleyenin aklından geçer mi bilmem ama benim ‘’ Ama İstanbul böyle bir hikâyeye yakışmaz mıydı ya?’’  sorusu iç sesimin dilinden hiç düşmedi. Neyse ki bu kadar yoğun ilgiden sonra kayıtsız kalamayan Türkiye’ye özel fragman çeken yetkililer 3. Sezonda İstanbul karakterini de düşünüyorlarmış. Tabi canım medyamızın uyduruk haberlerinden biri değilse. Bekleyip göreceğiz.
Hikâyenin sonunda ise birkaç gün kulakta şey çalıyor, ‘’Çav Bella Çav Bella Çav Bella Çav Çav Çav…’’

*Kaçış yok izlenecek.
Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

About Me


I could look back at my life and get a good story out of it. It's a picture of somebody trying to figure things out. Great things in business are never done by one person. They’re done by a team of people.

Popular Posts

  • 2018 #08 Kitap Alışverişi
  • Sayfalar Arasına Emanet Bir Takvim Yaprağı..
  • İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi

Advertisement

Designed By OddThemes | Distributed By Blogger Templates