That Sugar Film

Şeker Belgesel


Sanırım insan bir şeye karar verdiğinde diğer her şey hızla onun yörüngesine girmeye başlıyor. Minimalizm belgeselini izledikten sonra hayatımda köklü bir değişikliğe gitme kararı almış, benim için vazgeçmesi zor onlarca eşyayla vedalaşmıştım. Hayatımı sorguladığım bir dönemdeyim. Bilinçaltımın fısıldadıklarına kulak tıkamakta zorlansamda bazı zamanlar, kendimden beklemediğim bir şekilde sadeleşme fikrine uyum sağladım. Aklımı ve kalbimi hayatımın rehberi yapmaya hala uğraşıyorum. Biliyorum, bu öyle kolay bir yol değil. Çok daha fazla zamana ihtiyacım var.

Blogla beraber belki daha öncesi de olabilir, zaten cümlelerimi ve kelimelerimi azaltmaya karar vermiştim. Dilde tasarruf ilkesi. Cümle içerisinde hiçbir görevi tamamlamayan ama dilimizin hep gittiği bazı sözcüklerden kurtulmak çokta kolay değil. Yazıya uygulamakta çok başarılı mıyım, hala üzerinde çalışıyorum.

Fakat bir diğeri var ki, onda nispeten daha başarılı gibiyim. O da herkesle muhabbet edilmeyeceği, herkese bir şeyler anlatmaya çabalamanın gereksiz külfeti. Herkesin bir değer yargısı var ve herkesin doğrusu kendine. Bunu fark etmem çok daha uzun zamanımı aldı diyebilirim. Ama başarmaya başladıkça hafifledim. Hayatıma kullanabileceğim kadar eşya ve katlanabileceğim kadar insan alıyorum artık. Ya da şöyle demeliyim, ihtiyacım kadar eşya, değer verebileceğim ve değer görebileceğim kadar insan olsun istiyorum.

Aslında minimalizm belgeselini yazarken değinmek istediğim konulardı bunlar. Lafı oraya getirememişim, yazıyı tamamladıktan sonra keşke şunu da yazsaydım, keşke bunu da ekleseydim dediğim konular hayli fazla. Onları da artık kitabını okuyup bitirdikten sonra paylaşacağım.

Değinmek istediğim bir başka konu var ki, belki en önemlisi. Evet, ihtiyacımı görecek kadar eşya, cümlelerime ifade etmeye yetecek kadar kelime ve samimiyetle değer verip değer görebileceğim kadar insan bıraktım diyelim hayatımda. Peki, bitti mi?

Hayır.

En önemlisi, beslenme. Bunun için de uzun zamandır planladığım ama asla başaramadığım bir hikâyem var. Kız kardeşimle birlikte her hafta bir sağlıklı beslenme listesi hazırlıyor ama asla uymuyorduk. Geçiştirilen öğünler,  gece vakti cips ve abur cuburlar, donmuş gıdalar. Öyle ki çocukluğumuzdan beri soframızdan eksik olmayan yeşillikleri bile haftada bir yer olmuştuk ve aramıyorduk. Dışarıda yemek yemeye çok alışmıştık ve üstelik bunun geçmişi hatırlayabileceğimiz kadar yakın zaman önceydi. Buna rağmen kontrol edemiyorduk kendimizi.  

Yazımın başında belirttiğim gibi bir şeyler isteyince diğer şeylerde bir şekilde sizi hiç yormadan karşınıza çıkıveriyor. Ağız ucuyla değil, tüm kalple istemekten bahsediyorum. Minimalizm belgeseli hakkında yazılan birkaç yazıyı okurken denk geldim That Sugar Film belgeseline. Bu belgeseli de beslenme alışkanlıklarımızın üzerine minimalist bir yaklaşım olarak yorumlamıştı bir blog yazarı. Bakış açısını çok sevdim ve hemen listeme ekledim That Sugar Film’ i. Akşam ise kendimi izlerken buldum.

Oldukça ilgi çekici ve eğlenceli bir üslupla anlatıyor hikâyesini belgeselin başkahramanı ve yaratıcısı Damon Gameau. Kendine çok önemli bir misyon edinmiş. Ve şekerin gerçek yüzünü insanlara göstermek için kendi üzerinde bizzat deneyerek hem bir deney yapmış hem de That Sugar Film belgeselini çekmiş. Ortaya ise insanı dehşete düşürecek bir iş çıkarmış.

Damon, 60 günlük bir süre boyunca günde her gün 40 çay kaşığı şeker almaya başlıyor. Ve bunun vücudunda ne gibi değişikliğe yol açtığını paylaşıyor. Filmi çekmeden önce sağlıklı beslenen Damon bu süreden sonra bedeninde ve ruhsal durumunda ortaya çıkan değişiklikler ile bir kıyas yapıyor.

Doğal sebze, meyve tüketen, sporunu aksatmayan biriyken paketli gıdalar ile beslenmeye başlayan Damon hızla kilo alıyor. Üstelik şekerden önceki beslenme düzeniyle aynı kaloride beslenmesine rağmen.

Sadece bununla sınırlı değil. Karaciğeri yağlanıyor, kalp hastalığı riski altına giriyor, yüzünde sivilceler çıkıyor. Fiziki olarak değişiminin yanında ruhsal olarakta çok etkileniyor. Damon artık oldukça yorgun birisine dönüşüyor.

Damon’ın bu iki aylık süreci çoğumuzun rutini. Ben kısmen şanslı sayılırım çünkü çok fazla tatlı tüketen biri değilimdir. Diye kendimi teselli etmeye çalışsam da meyve suları, yediğimiz cipsler, çikolatalar vs. Ya da kısaca paketli gıdaların tamamı diyelim.

Üstelik Damon tamamen bu şekilde beslenmiyor belgesel süresince. Önceleri şeker tüketen biriyken şekeri bırakan ve sağlıklı bir yaşama kavuşan Damon, bu belgesel için şekere tekrar başladığında dolaplarımızda yer alan ve tükettiğimiz gıdalardan başlıyor buna. Hatta sağlıklı, zararsız sandığımız besinlerin bile ne denli tehlikeli boyutlarda şeker barındırdığını gösteriyor. Yani hiç tatlı yemesekte şeker tüm diğer besinlere oranla vücudumuza en çok giren şey. Çok fazla abur cubur tüketmeyen birisi bile günde 40 çay kaşığı şeker tüketiyormuş. Bu rakamdan yola çıkarak kendisi de günlük 40 çay kaşığı şeker alıyor. Bunu bazen yediği gıdaların üzerine direkt şeker olarak ekliyor. Hamburger ekmekleri, yanlarında gelen soslar, mısır gevrekleri... Akla gelmeyecek şeylerde bile sinsice gizleniyor şeker.

Sağlıksız beslenmenin doğurduğu bütün suç ise yağın üstüne atılmış, yıllarca tüm kilo ve sağlık problemleri onun üzerine yıkılmış ve şeker birileri tarafından aklanmış. Hepimiz de buna inandık. Ve fena kandırıldık!

Özellikle gıda devleri ve zincir fast food restoranları bu oyunun başındaki isimler. Belgeseli izlerken bu dünya devi şirketlerinin şekerle beraber gerçek yüzlerini görüyoruz. Ve ne kadar ikiyüzlü olabileceklerini.

Firmaların reklamlarına, renkli ambalajlarına ve vadettikleri mutluluğa aldanan ve hayatına sorgusuz sualsiz kabul eden bizler, söz konusu sevdiğimiz, kullandığımız markaların görünmeyen yüzleri olduğunda ve haklarında kötü şeyler söylendiğinde neden inanmıyoruz? Neden bugün Coca Cola gibi markaların yetkililerinin çıkıp şeker sağlığa zararlı değildir gibi demeçlerini kabulleniyoruz da aksi ihtimali konduramıyoruz?

Zararlarını bilerek hala delicesine tüketen insanlar neden bu kadar çok güveniyor bu markalara? Neden vazgeçemiyorlar?

Bunun cevabını da veriyor Damon.

Beyin şekeri gördüğünde dopamin salgılar ve ‘al onu’ diye emir verir. Al ve ye. Ve iyi hisset, senin çabuk enerji üretmen lazım. Şekerin az olduğu ya da hiç bulunamadığı zamanlardan kalma ilkel bir iç güdü.

O tadı aldığımızda harika hissederiz. Çünkü beyinde nikotin, kokain vs. maddelerin uyarmasıyla salgılanan beta-endorfin sayesinde. Yani aynı ödüllendirme bölgesindeler, aynı hazzı veriyorlar ve aynı bağımlılığı yapıyorlar.

Şekeri aklamak için de fazla uğraşmalarına gerek kalmıyor. Çünkü yağdan sonra tüm suçu bize atıyorlar. Hareketsizsin, spor yapmıyorsun. Bu yüzden kilo alıyorsun vs. Televizyonlar bunu dikte etmeye devam ediyor. Ve bu yüzden kilo ve sağlık problemlerinde sevdiğimiz markaları suçlamak asla aklımıza gelmiyor.

Damon belgesel sonunda amacına ulaşıyor. Şekerin tüm gerçeklerini yüzümüze çarpıyor.
İzlerken istemsizce ‘’korkunç’’ diye sayıklıyordum.

Deney süresi bittiğinde eski sağlığına kavuşmak için tekrar önceki beslenme düzenine dönüyor. İlk başlarda çok zorlanıyor ama taze sebzeler ve meyveler en büyük yardımcısı oluyor.

Aslında bizim için gerekli her şey doğada saklı. Gereksinim duyduğumuz kadar şekeri meyvelerden kolaylıkla alabiliyoruz. Hayatımızı devam ettirebilmemiz için doğa kendi döngüsünde harika besinler veriyor zaten bize. Ve fazlasına hiç gerek yok. Bu yüzden ‘ihtiyacım olduğu kadar eşya, anlamı kaybolmayacak kadar kelime, sevebileceğim kadar insan kalsın hayatımda’ diye yazdığım listemin en altına doyabileceğim kadar yiyecek maddesini ekliyorum usulca. 
Az ve öz.

Bize unutturdukları benliğimizin içinde en üzüldüğüm konuyu tekrar hatırlattı Damon bana. Kanaat etmek. Hâlbuki hatırlayabileceğimiz kadar zaman önce sokaklarda oynarken acıktığımızda annelerimiz içeri alacak korkusuyla bir salçalı ekmekle yetinen nesildik. Herkes evinden bir parça getirdiği meyve ya da sebzeyle ortaya doyumsuz sofralar kurardık kaldırımlarda. İki salata, bir domates, biraz zeytin, elma, çilek… Sanki üzerinden yüzyıllar geçmiş gibi şimdiki çocukları nasıl kandırdıklarını görmek ne acı. Renkli ve tatlı gösterdikleri ne varsa onunla geleceğimizi karartarak ve git gide ağzımızın gerçek tadını acılaştırarak sinsice ele geçiriyorlar hayatımızı.

Doyumsuz nesiller ürettiler ve kimse bu durumu ciddiye almıyor. Neden birbirinin aynısı, sorgulamayan, üretmeyen neredeyse ahmak bir genç nesil türüyor insan düşünmeden edemiyor? Hastaneler hep dolu. Gençler hastalıkla boğuşuyor. Sadece beden hastalıkları değil, hayır. Ruhları ve beyinleri dayatılan şeyler tarafından emiliyor.

Sorun sadece midemizde değil, ne zaman anlayacağız. Umarım her şey için daha fazla geç kalmadan.
Sokaklarda özgürce oynayan çocuklar kaldırımlardaki sofralarını toplayıp gittiler buralardan…
Diliyorum, aileler bilinçlenir ve geri dönerler en kısa zamanda.

0 yorum oku / yaz