Gamzegraf
  • Home
  • Download
  • Social
  • Features
    • Lifestyle
    • Sports Group
      • Category 1
      • Category 2
      • Category 3
      • Category 4
      • Category 5
    • Sub Menu 3
    • Sub Menu 4
  • Contact Us
Şeker Belgesel


Sanırım insan bir şeye karar verdiğinde diğer her şey hızla onun yörüngesine girmeye başlıyor. Minimalizm belgeselini izledikten sonra hayatımda köklü bir değişikliğe gitme kararı almış, benim için vazgeçmesi zor onlarca eşyayla vedalaşmıştım. Hayatımı sorguladığım bir dönemdeyim. Bilinçaltımın fısıldadıklarına kulak tıkamakta zorlansamda bazı zamanlar, kendimden beklemediğim bir şekilde sadeleşme fikrine uyum sağladım. Aklımı ve kalbimi hayatımın rehberi yapmaya hala uğraşıyorum. Biliyorum, bu öyle kolay bir yol değil. Çok daha fazla zamana ihtiyacım var.

Blogla beraber belki daha öncesi de olabilir, zaten cümlelerimi ve kelimelerimi azaltmaya karar vermiştim. Dilde tasarruf ilkesi. Cümle içerisinde hiçbir görevi tamamlamayan ama dilimizin hep gittiği bazı sözcüklerden kurtulmak çokta kolay değil. Yazıya uygulamakta çok başarılı mıyım, hala üzerinde çalışıyorum.

Fakat bir diğeri var ki, onda nispeten daha başarılı gibiyim. O da herkesle muhabbet edilmeyeceği, herkese bir şeyler anlatmaya çabalamanın gereksiz külfeti. Herkesin bir değer yargısı var ve herkesin doğrusu kendine. Bunu fark etmem çok daha uzun zamanımı aldı diyebilirim. Ama başarmaya başladıkça hafifledim. Hayatıma kullanabileceğim kadar eşya ve katlanabileceğim kadar insan alıyorum artık. Ya da şöyle demeliyim, ihtiyacım kadar eşya, değer verebileceğim ve değer görebileceğim kadar insan olsun istiyorum.

Aslında minimalizm belgeselini yazarken değinmek istediğim konulardı bunlar. Lafı oraya getirememişim, yazıyı tamamladıktan sonra keşke şunu da yazsaydım, keşke bunu da ekleseydim dediğim konular hayli fazla. Onları da artık kitabını okuyup bitirdikten sonra paylaşacağım.

Değinmek istediğim bir başka konu var ki, belki en önemlisi. Evet, ihtiyacımı görecek kadar eşya, cümlelerime ifade etmeye yetecek kadar kelime ve samimiyetle değer verip değer görebileceğim kadar insan bıraktım diyelim hayatımda. Peki, bitti mi?

Hayır.

En önemlisi, beslenme. Bunun için de uzun zamandır planladığım ama asla başaramadığım bir hikâyem var. Kız kardeşimle birlikte her hafta bir sağlıklı beslenme listesi hazırlıyor ama asla uymuyorduk. Geçiştirilen öğünler,  gece vakti cips ve abur cuburlar, donmuş gıdalar. Öyle ki çocukluğumuzdan beri soframızdan eksik olmayan yeşillikleri bile haftada bir yer olmuştuk ve aramıyorduk. Dışarıda yemek yemeye çok alışmıştık ve üstelik bunun geçmişi hatırlayabileceğimiz kadar yakın zaman önceydi. Buna rağmen kontrol edemiyorduk kendimizi.  

Yazımın başında belirttiğim gibi bir şeyler isteyince diğer şeylerde bir şekilde sizi hiç yormadan karşınıza çıkıveriyor. Ağız ucuyla değil, tüm kalple istemekten bahsediyorum. Minimalizm belgeseli hakkında yazılan birkaç yazıyı okurken denk geldim That Sugar Film belgeseline. Bu belgeseli de beslenme alışkanlıklarımızın üzerine minimalist bir yaklaşım olarak yorumlamıştı bir blog yazarı. Bakış açısını çok sevdim ve hemen listeme ekledim That Sugar Film’ i. Akşam ise kendimi izlerken buldum.

Oldukça ilgi çekici ve eğlenceli bir üslupla anlatıyor hikâyesini belgeselin başkahramanı ve yaratıcısı Damon Gameau. Kendine çok önemli bir misyon edinmiş. Ve şekerin gerçek yüzünü insanlara göstermek için kendi üzerinde bizzat deneyerek hem bir deney yapmış hem de That Sugar Film belgeselini çekmiş. Ortaya ise insanı dehşete düşürecek bir iş çıkarmış.

Damon, 60 günlük bir süre boyunca günde her gün 40 çay kaşığı şeker almaya başlıyor. Ve bunun vücudunda ne gibi değişikliğe yol açtığını paylaşıyor. Filmi çekmeden önce sağlıklı beslenen Damon bu süreden sonra bedeninde ve ruhsal durumunda ortaya çıkan değişiklikler ile bir kıyas yapıyor.

Doğal sebze, meyve tüketen, sporunu aksatmayan biriyken paketli gıdalar ile beslenmeye başlayan Damon hızla kilo alıyor. Üstelik şekerden önceki beslenme düzeniyle aynı kaloride beslenmesine rağmen.

Sadece bununla sınırlı değil. Karaciğeri yağlanıyor, kalp hastalığı riski altına giriyor, yüzünde sivilceler çıkıyor. Fiziki olarak değişiminin yanında ruhsal olarakta çok etkileniyor. Damon artık oldukça yorgun birisine dönüşüyor.

Damon’ın bu iki aylık süreci çoğumuzun rutini. Ben kısmen şanslı sayılırım çünkü çok fazla tatlı tüketen biri değilimdir. Diye kendimi teselli etmeye çalışsam da meyve suları, yediğimiz cipsler, çikolatalar vs. Ya da kısaca paketli gıdaların tamamı diyelim.

Üstelik Damon tamamen bu şekilde beslenmiyor belgesel süresince. Önceleri şeker tüketen biriyken şekeri bırakan ve sağlıklı bir yaşama kavuşan Damon, bu belgesel için şekere tekrar başladığında dolaplarımızda yer alan ve tükettiğimiz gıdalardan başlıyor buna. Hatta sağlıklı, zararsız sandığımız besinlerin bile ne denli tehlikeli boyutlarda şeker barındırdığını gösteriyor. Yani hiç tatlı yemesekte şeker tüm diğer besinlere oranla vücudumuza en çok giren şey. Çok fazla abur cubur tüketmeyen birisi bile günde 40 çay kaşığı şeker tüketiyormuş. Bu rakamdan yola çıkarak kendisi de günlük 40 çay kaşığı şeker alıyor. Bunu bazen yediği gıdaların üzerine direkt şeker olarak ekliyor. Hamburger ekmekleri, yanlarında gelen soslar, mısır gevrekleri... Akla gelmeyecek şeylerde bile sinsice gizleniyor şeker.

Sağlıksız beslenmenin doğurduğu bütün suç ise yağın üstüne atılmış, yıllarca tüm kilo ve sağlık problemleri onun üzerine yıkılmış ve şeker birileri tarafından aklanmış. Hepimiz de buna inandık. Ve fena kandırıldık!

Özellikle gıda devleri ve zincir fast food restoranları bu oyunun başındaki isimler. Belgeseli izlerken bu dünya devi şirketlerinin şekerle beraber gerçek yüzlerini görüyoruz. Ve ne kadar ikiyüzlü olabileceklerini.

Firmaların reklamlarına, renkli ambalajlarına ve vadettikleri mutluluğa aldanan ve hayatına sorgusuz sualsiz kabul eden bizler, söz konusu sevdiğimiz, kullandığımız markaların görünmeyen yüzleri olduğunda ve haklarında kötü şeyler söylendiğinde neden inanmıyoruz? Neden bugün Coca Cola gibi markaların yetkililerinin çıkıp şeker sağlığa zararlı değildir gibi demeçlerini kabulleniyoruz da aksi ihtimali konduramıyoruz?

Zararlarını bilerek hala delicesine tüketen insanlar neden bu kadar çok güveniyor bu markalara? Neden vazgeçemiyorlar?

Bunun cevabını da veriyor Damon.

Beyin şekeri gördüğünde dopamin salgılar ve ‘al onu’ diye emir verir. Al ve ye. Ve iyi hisset, senin çabuk enerji üretmen lazım. Şekerin az olduğu ya da hiç bulunamadığı zamanlardan kalma ilkel bir iç güdü.

O tadı aldığımızda harika hissederiz. Çünkü beyinde nikotin, kokain vs. maddelerin uyarmasıyla salgılanan beta-endorfin sayesinde. Yani aynı ödüllendirme bölgesindeler, aynı hazzı veriyorlar ve aynı bağımlılığı yapıyorlar.

Şekeri aklamak için de fazla uğraşmalarına gerek kalmıyor. Çünkü yağdan sonra tüm suçu bize atıyorlar. Hareketsizsin, spor yapmıyorsun. Bu yüzden kilo alıyorsun vs. Televizyonlar bunu dikte etmeye devam ediyor. Ve bu yüzden kilo ve sağlık problemlerinde sevdiğimiz markaları suçlamak asla aklımıza gelmiyor.

Damon belgesel sonunda amacına ulaşıyor. Şekerin tüm gerçeklerini yüzümüze çarpıyor.
İzlerken istemsizce ‘’korkunç’’ diye sayıklıyordum.

Deney süresi bittiğinde eski sağlığına kavuşmak için tekrar önceki beslenme düzenine dönüyor. İlk başlarda çok zorlanıyor ama taze sebzeler ve meyveler en büyük yardımcısı oluyor.

Aslında bizim için gerekli her şey doğada saklı. Gereksinim duyduğumuz kadar şekeri meyvelerden kolaylıkla alabiliyoruz. Hayatımızı devam ettirebilmemiz için doğa kendi döngüsünde harika besinler veriyor zaten bize. Ve fazlasına hiç gerek yok. Bu yüzden ‘ihtiyacım olduğu kadar eşya, anlamı kaybolmayacak kadar kelime, sevebileceğim kadar insan kalsın hayatımda’ diye yazdığım listemin en altına doyabileceğim kadar yiyecek maddesini ekliyorum usulca. 
Az ve öz.

Bize unutturdukları benliğimizin içinde en üzüldüğüm konuyu tekrar hatırlattı Damon bana. Kanaat etmek. Hâlbuki hatırlayabileceğimiz kadar zaman önce sokaklarda oynarken acıktığımızda annelerimiz içeri alacak korkusuyla bir salçalı ekmekle yetinen nesildik. Herkes evinden bir parça getirdiği meyve ya da sebzeyle ortaya doyumsuz sofralar kurardık kaldırımlarda. İki salata, bir domates, biraz zeytin, elma, çilek… Sanki üzerinden yüzyıllar geçmiş gibi şimdiki çocukları nasıl kandırdıklarını görmek ne acı. Renkli ve tatlı gösterdikleri ne varsa onunla geleceğimizi karartarak ve git gide ağzımızın gerçek tadını acılaştırarak sinsice ele geçiriyorlar hayatımızı.

Doyumsuz nesiller ürettiler ve kimse bu durumu ciddiye almıyor. Neden birbirinin aynısı, sorgulamayan, üretmeyen neredeyse ahmak bir genç nesil türüyor insan düşünmeden edemiyor? Hastaneler hep dolu. Gençler hastalıkla boğuşuyor. Sadece beden hastalıkları değil, hayır. Ruhları ve beyinleri dayatılan şeyler tarafından emiliyor.

Sorun sadece midemizde değil, ne zaman anlayacağız. Umarım her şey için daha fazla geç kalmadan.
Sokaklarda özgürce oynayan çocuklar kaldırımlardaki sofralarını toplayıp gittiler buralardan…
Diliyorum, aileler bilinçlenir ve geri dönerler en kısa zamanda.

Önemli Şeyler Hakkında Belgesel, Minimalizm

Şehrin kalabalığı yetmiyormuş gibi yaşamlarımızı da eşyalar ile kalabalıklaştırıyor, kalabalıklaştıkça kendimizden bir o kadar uzağa düşüyoruz. Bu gürültü ve kargaşa içinde kendi sesimizi duyamaz hale geldik. Bunun yanı sıra hayatımızı abluka altına almış reklamlar var. Kaçmak neredeyse imkânsız. Yürüdüğümüz yollarda,  bindiğimiz araçlarda, haberlerde, filmlerde, okuduğumuz gazetelerde… Her şeyde ve her yerdeler. İlgimizi hiç çekmeyecek bir üründen bile haberdarız bu düzende. Kafamızı çevirsekte, görmemek için gözlerimizi kapatsakta sorun bu kadar yüzeysel değil. Ruhlarımızı ele geçirmiş durumda bu tuzak. Hiç ihtiyacımız olmadan alınmış onlarca belki yüzlerce eşya var. Biraz zaman sonra varlığını bile unutacağımız eşyalar var içlerinde. Düzensiz dolaplarda yığın halinde duran elbiseler, kitaplıkta sırasının ne zaman geleceği belli olmayan kitaplar, 3 aylık yaz mevsimi için 3 yıllık yetecek kadar alınmış rengârenk kıyafetler, kusurlarımızı kapatacağını, bizi daha iyi hissettireceğini vadeden makyaj malzemeleri, bir üst modeli sabırsızlıkla beklenen teknolojik aletler… Hepsi ve daha fazlası bu düzenin yılmaz askerleri.

Ve ne yazık ki hayatlarımızı işgal altına almış durumdalar. Üstelik en büyük silahları bizim kendi zihinlerimiz.

Çağımızın görmezden gelinen ama neredeyse hepimizin içerisinde boğulduğu anlam arayışı bugün en büyük sorunumuz. Eskiye, eski insanlara, eski mekânlara, eski komşulara, eski sokaklara, eski filmlere bitmek bilmeyen özlem. Hayalini kurduğumuz, eksikliğini hissettiğimiz ne varsa eski zamanlarda kalmış gibi. O günlere kavuşursak bu ruhsal sıkıntıların hepsi geçecek, içimiz ferahlayacak gibi hissediyoruz. Elimizde olsa oralara kaçacağız hep birlikte bir daha bugünlere gelmemek üzere. O zamanlarda olupta bugünlerde olmayan ne var da bu kadar imkânsız bir sevdaya tutulmuş gibi hasret doluyuz hepimiz. Bugünün fazlası var eksiği yok değil mi? Peki bulamadığımız ne?

Samimiyet, güven, sevgi…

Gerçek ihtiyacımız olan her şeyi unuttuk. Parayla satın alınamayacak önemli şeyleri.

Çoğu dostluğun değeri, bugün taşıdığı etiketin marka ve piyasa değerine göre biçiliyor. Elimizdeki telefonun modeli söylediğimiz bir düşünceden daha kıymetli görülüyor. Sohbetlerin sesi kısıldı, bildirim sesleri açıldı. Yan yanayken iki çift laf edilemeyen, göz göze gelinmeden bitirilen arkadaş, akraba buluşmaları ama bu buluşmaların ardından gün sonunda ‘’dostluk’’ fotoğrafları altında sosyal medya yorumlaşmaları.

Sosyal medyada kıyafetlerine büyük markaları etiketlemek, her gün farklı giysiler, elbiseler içinde fotoğraf çekilmek, takipçinin ve beğenilerin bu oradan hızla artması. Ve bir kesimin ulaşamayacağı bu ‘’mükemmel’’ hayatlara uzaktan bakması. Mutluluğun bu gülümsemesi ve marka etiketi bol fotoğraf karelerinde saklandığı yanılsaması. Alırsak, sahip olursak bizde mutlu olacağız fikrine kapılması.

Son 10 yıldır giderek ivme kazanan sosyal medya çılgınlığı değil bunun tek sebebi. Yıllardır büyük şirketler, televizyonlar, radyolar, reklamlar bunu aşılamaya devam ediyor. Sadece bu düzenin araçları değişiyor, amaçları hep aynı.

Bitiş çizgisi olmayan bir maraton koşusu gibi. Nefes nefese kaldık, telaş içindeyiz.
Hepimiz gözlerimizde beyinlerimizin içinde, üzerimizde etiketler ile yaşıyoruz artık. Tatmin olmuyoruz. Olmayacağız da çünkü bu filmin sonu yok.

Metalaştırdığımız yüzlerce şey arasından sıyrılıp özümüze ulaşmak, önümüze set oluşturduğumuz maddesel varlıklardan, fazlalıklardan kurtulmak imkânsız mı?

Ben cevabımı ‘’Önemli Şeyler Üzerine’’ diyen Ryan ve Joshua’nın hikâyesinde buldum.

‘’Okudum, izledim hayatım değişti.’’ cümlesini çok az şey için kurmuşumdur. Fakat Ryan ve Joshua yaşamıma dokunduğu için minnettarım. Hiç giymediğim iki çift beyaz ayakkabının bir yenisini daha alacakken vazgeçtim mesela, raftakileri kutusundan çıkardım.

Ryan ve Joshua diyor ki,
‘’Hayatım daha az ile daha iyi nasıl olabilir?’’ ve ekliyor, ‘’Gerçekten ihtiyacım var mı?’’

Hayatlarının temeline bu soruyu yerleştirmiş iki çocukluk arkadaşı onlar. Hikâyelerine ortak olduktan sonra kendinizi aynı soruları onlarca kez sorarken bulmanız yüksek olasılık.

Joshua bir gün 10 aylık bir gezi planı yapmıştır. Bu geziyi mümkün olduğu kadar az kıyafet ile gerçekleştirir. Küçük el çantasının içine iki gömlek, iki tişört, iç çamaşırı ve bir de saç kurutma makinesi koyar. (Kendisi buna çok ihtiyaç duyacağını söylüyor.) Ve bir yağmurluğa da ihtiyacı olacağını düşünüp onu da alır yanına. Sadece bu kadar. Bu birkaç parça eşyası ile seyahatine başlar.

Bu onun için minimalizme ilk geçisin sinyali gibidir. Ondan sonra hayatından fazlalıkları çıkarmaya başlar. Bir yatak, bir sandalye kalır evinin içinde. Der ki, hayatımda kalan eşyalara ya ihtiyacım vardır ya da bana keyif veriyordur.

Sadeleştikçe mutluluğu artar. Öyle ki yakın dostu ve iş arkadaşı Ryan bu mutluluğun kaynağını merak edip onunla konuşmaya karar verir. Bu dönemde kendisi tam bir çıkmazın içindedir ve Joshua nasıl olur da bu kadar mutlu olabilir? Onunla aynı işi paylaşırken hem de. Bundan sonrasının cevabını size de Joshua versin, izleyin.

Artık Joshua bu yolda tek başına değildir. Arkadaşı Ryan ile beraber bir web sitesi açarlar: The Minimalists

Seminerler düzenlerler ve kitap çıkartırlar. İnsanlara nasıl az ile daha çok mutlu olunur anlatmaya çalışırlar.
İlk konuşmalarına sadece iki kişi katılır. Onlar bundan büyük keyif alırlar.
Ryan ve Joshua bütün konuşmalarında katılımcılara tek tek sarılır, tekrar ederler; ‘’insanları sevin ve eşyaları kullanın çünkü tam tersi asla işe yaramaz.’’

Belgesel bittikten sonra yüzüme yerleşen tebessümün tadı hala hafızamda.  İzlerken bu kadar keyif alınan bir şey hayata uygulandığında nasıl keyif vermez, hala düşünmekteyim.

Ama birkaç adım atmış olmanın mutluluğu içinde. Gardırobumu boşaltmaya başladım, tam beş battal boy çöp poşeti hiç kullanmadığım ya da en fazla iki kere kullandığım onlarca kıyafet çıktı. Bir insan bunu neden alır diye sorduğun onlarca eşya. Bana hiçbir şey katmadığını fark ettiğim kitaplar da var içlerinde.

Kendimle bir muhasebe yapma fırsatım da oldu tüm bu temizliği yaparken. Mesela her ay asla işime yaramayacak bir şey alıyormuşum gibi o parayla bağış yapmak. Miktar küçük olacak mutlaka ama unutmuyorum,

‘’ Az çoktur.’’

Azaldım, hafifledim, yenilendim. Biraz da hüzünlendim, bu defa vazgeçtiklerimden değil de ne çok şeyi yük etmişim hayatıma onun farkındalığından.
Ama şu an tekrar ettiğim tek satır,

‘’Küçülsem. Tek noktada toplansam. Yaşam büyük amenna. Ama ben biraz azalsam. Sadeleşsem. Durulsam.’’


Sait Faik Belgeseli

Nisan, yağmurlarını bu sene Mayısa devretmiş gibi. 11 Mayıs Cuma gününün sabahı da küskün bir hava ile başladı, bulutları dolu, renkleri biraz bulanıktı. Mayıs ayının 11 inde bir Cuma günü Sait Faik öleli tam altmış dört yıl olmuştu. Islak bir akşamda sokak lambalarının ışığının altında hikâyeleri hala yaşıyordu…

Çok karmaşık hisler ve özlem ile bugünün gelmesini beklemiştim. Bilemiyorum kaç gün ama sanki Sait Faik’i kaybettiğimiz günden beri. Sonunda takvim 11 Mayıstı ve hikâyeler Mayısa biraz kırgındı.  

Akşamı bulmadan bırakamadı su damlalarını gökyüzü. Her on beş dakikada bir kontrol ettiğim saat, on sekiz çift sıfırdan on sekiz sıfır biri bulamadan ben kendimi kapıda bulmuştum bile. Özlemek sahiden garip biri. Gök hala karamsardı. Durağa kadar çare yok koşar adım, hatta belki koşa koşa gelmiş olabilirim. O esnada bulutlarda su damlalarını saklamaktan vazgeçmiş, üzerime serpiştirmeye başlamıştı. Özlemek belki de böyle bir şeydi. Mavisinden altmış dört yıldır eksik olan bir çift göze hasretti o da.

Bundan dört ay önce Sait Faik’in hikâyelerine sarılmıştım bir kış mevsiminde. İçimi ısıtacak bir şeyler mi arıyordum? Önemli değil. İlk kitabın ilk sayfasına titrek yazılarla yazmışım,
Şimdi tekrar sarılacağım dostlarına. Burgazada’nda gün batımlarında hikâyelerini anlatacağım sana.
Kalemin siyah mürekkebi dağılmış biraz. Son Kuşlar kitabın ismi ve de ilk hikâyesi. Sait Faik, Son Kuşların son cümlesinde demiş ki, Benden Hikâyesi… Belki o da titrek yazılarla yazmıştır bu iki kelimeyi kim bilir. Ama biliyorum. Ben o satırların altını çizerken titriyordu içim.

İki kelimenin gizemi sadece beni sarıp sarmalamamıştı bu kadar zaman. Onur Barış’ın hayalinin ismi de bu iki kelimeydi: Benden Hikâyesi. Belki Onunda kalemi bu iki sözcüğü yazarken titremiştir kim bilir. Ama biliyorum. Altı çizili satırlarımı saman sayfalarda değil beyaz ekranda gördüğümde titriyordu yine içim.

Hikâyeler sığınaktı. Cuma akşamı tüm karanlığını şehrin üstüne örterken Sait Faik’in hikâyeleri doğuyordu geceye. İstanbul Onun hikâyelerine sığınıyordu yeniden. Sokakları, kaldırımları, parkları, evleri... Ve içinde, üzerinde yaşayan; şimdilerde kimselerin dönüp bakmaya vakit bulamadığı, yaşamın ağırlığını omuzlarında taşıyan şehrin yüzlerine bakıyorduk tekrar. Gözlerinin ta en içlerine yine, yeniden. Üstelik tanışıklığımız çok eskiden, biliyorduk.

1906 yılının Kasım ayında, Adapazarı’nda başlıyordu Benden Hikâyesi. Ve sürecekti sonsuza dek, bilmiyordu. Ardından genç oluyor okul yılları çıkıyordu karşımıza. Önce İstanbul Erkek Lisesi sonra aldığı disiplin cezası yüzünden Bursa Erkek Lisesi. İpekli Mendil öyküsünü yazıyor burada, her şeyin başlangıcı oluveriyor. Eğitim hayatı çok başarılı değil, Fransa’da bile barınamıyor. Geri dönüyor. Babası ticaretle uğraştığından onu da deniyor, aynı başarısızlıkla sonuçlanıyor. Edebiyatı da zaten edebiyat olsun diye yapmıyor. O sıradan insanların hikâyelerinin peşinde. Bir yazar toplantısında balıkçıya benzettikleri için içeri alınmadığında mutlu, çok mutlu oluyor.

Sait Faik Belgeseli


Şehrin sokaklarını adımlıyor Sait Faik krem renk paltosu başında fötr şapkasıyla, o hikâyelerinin zamanında yürümeye devam ederken onun hayatına, öykülerine dokunan isimler Onu anlatıyor anılarında.

Söz Burgazada’da bakkallık yapan amcaya geldiğinde konu adasına da geliyordu nihayet. Adaya yerleştiğinde mutluluğu buluyor muydu sahi? Cevabı yine net değil. Ama ada ruhu ona iyi geliyor. Yalnızlığı geçmiyor geçmesine de denizler, balıklar ve kuşlar yoldaşı oluyor.

Yalnız, yapayalnız bir adamın hikâyesi bu. Yazarlık için değil de yalnızlığının üstünü örtmek için yazan bir adam. Hep kendi köşesinden olabildiğince sessiz etrafını izleyen sadece kalemiyle konuşan. Büyük lafları hiç sevmezdi. Belki de bundan ‘’yazmasaydı delirecekti.’’ O kalemi iyiki yonttun Sait Faik.

Sait Faik Belgeseli


Not düşüyorum gecenin sonuna ‘’Artık daha çok özlüyorum…’’

On bir Mayıs Cuma gününün ertesi, hava aydınlık. Hala kalbimde Sait Faik’in hikâyelerinden pasajlar okunuyor. Belgeselde Sait Faik ile anılarında ve hikâyelerinde buluşan kişilere şöyle soruldu: ‘’Sait Faik’i şimdi karşınızda görseniz Ona ne sormak isterdiniz?’’ Bunu düşünüyorum.
Gökyüzüne artık bir de Onun için bakacağım. Kuşlar ne olur Sait Faik’in hatırına arayı çok uzatmayın…



Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

About Me


I could look back at my life and get a good story out of it. It's a picture of somebody trying to figure things out. Great things in business are never done by one person. They’re done by a team of people.

Popular Posts

  • 2018 #08 Kitap Alışverişi
  • Sayfalar Arasına Emanet Bir Takvim Yaprağı..
  • İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi

Advertisement

Designed By OddThemes | Distributed By Blogger Templates