Gamzegraf
  • Home
  • Download
  • Social
  • Features
    • Lifestyle
    • Sports Group
      • Category 1
      • Category 2
      • Category 3
      • Category 4
      • Category 5
    • Sub Menu 3
    • Sub Menu 4
  • Contact Us

İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi

Yaz aylarından beri bir şanssızlık var üzerimde. Yaptığım planları bir türlü gerçekleştiremedim. Aksilikleri, aksamaları vardır bir hayır diye ardımda bırakayım derken, yapabileceğim şeyleri de yapacak hevesim kalmamış. İstanbul’u göz ardı etmiş olduğumun sıkıntısı da iyice çöreklenmişti içime. Bir gün bu şehirden gitmek zorunda kalırsam yürüyemediğim sokaklarında kalacaktı aklım biliyordum. Korkusu yokluyor arada kalbimi.

Geçen günleri, bozulan planları geri getiremeyeceğim malum. O zaman karar vermeyi bırakmalı bir kenara ve yola koyulmalı. Cumartesi sabahına uyandığımda üst üste yığılan ‘yapalım’ lara kulak asmadım. Griydi cumartesi, aldırmadım.  

Bir şeye başlamadan devamı gelmeyecekti. İlk nereden başlayacağımı bilemediğimden uzun süre başlayamadığım şeylerle dolu hayatım. O yüzden Neresi? Nereye?  Sorularına da kulak tıkadım. Neresi olursa, ilk aklıma neresi gelirse. Birkaç seçenek vardı aklımda. Hızlıca eledim ve bize her zaman şefkatli olan Gülhane’de takıldı aklım yine. İçerisindeki müze harika bir seçenekti. Seçeneği belirlediğimde kapıdaydım bile. Böylece ‘’İstanbul’un tüm müzelerini gezelim’’ maddesinin ilk adımını da atmıştım.

İstanbul yine sabah sakinliğinde vazgeçilmez yüzünü gösteriyordu. Sokağa çıkar çıkmaz ilk nefes alışınızda anlarsınız bu hissi.  İstanbul size küçük şeylerle nasıl mutlu olabileceğinizi de öğretir. İyi bir öğretmendir. Hafta içi iş yoğunluğunda bunaldığınız otobüsü bomboş karşınıza çıkararak, gününüzü güzelleştirebilir. Rahat bir yolculuk güzel bir günün ilk habercisidir. Otobüs, Millet Caddesi’nde ilerlerken aklıma yine yok edilen tarihi eserler geliyor. Her defasında gelir ve aynı öfkeyle kalbimi titretir. Neyse ki yol açık hızlıca geçip gidiyor otobüs.

Karaköy’de iniyorum. Madem İstanbul’la baş başayım o halde Galata Köprüsü’ne selam vermeden devam edilmez yola. Oltalarını köprüden aşağı sallayan adamların, hayallerini atıp umutlarını çektiği hissi yakalıyor beni, yeniden. Sait Faik’in satırlarında dolaşıyormuşum gibi hissederim bunu düşündüğümde. Her gün Sait Faik’in hikâyeleri tekrar tekrar yaşanır İstanbul’un orta yerinde.

Galata Köprüsü’nden başlayıp tramvay yolunu takip ederek yürüyorum. Sirkeci Garı’nın tarihinin, tramvayın seslerinin, İstanbul’un yaşayan anılarının arasından uzanıp Gülhane Parkı’nın kapısına ulaşıyorum. Hiç aceleci değil adımlarım, kendime hayret ediyorum. Giriş kapısında eski günlere bir simit ısmarlıyorum. Eskiler şimdi, yere düşmüş yapraklarla aynı renklerde. Sonbahara da kavuşuyorum son günlerinde.  Gri gökyüzüne inat yeryüzü aydınlık. Müsebbibi yaprakların üzerinden geçerek müzeye yaklaşıyorum.

Sağ tarafta bir mezar gözüme çarpıyor. Daha önce fark etmemişim. Burada olduğundan beri hiç mi gelmedim? Görmeden geçmiş gitmiş olabilir miydim yanından? Hani Gülhane’de ağaç eksilse bilecektim? Koca bir çınar dikilmiş, habersizmişim. İyice yaklaştım, Prof. Dr. Fuat Sezgin yazıyor mezar taşında. Büyük emek verdiği müzenin yanı başında köklerini salmış toprağa.

Müzenin önünde dev bir yerküre karşılıyor beni. Abbasi Halifesi El-Memun’un 9.yy da yaptırdığı bir dünya haritasıymış bu. Bahçesinde ise Avrupa’da Avicenna olarak anılan İbni Sina’nın meşhur eseri el-Kanun fi’t Tıbb isimli kitabında bahsi geçen bazı bitkiler var.

İçeri girdiğimde manevi bir nefes alıyorum. Binlerce yıllık geçmiş uzanıyor önümde. Adımlarımı ilk kez hızlandırıp üst kata çıkıyor ve tarihte yolculuğuma başlıyorum.

İslam kültür ve medeniyetinde çok önemli bir yer olan Astronomi ’ye ait bölüm karşılıyor beni. Saat Teknolojisi, Savaş Teknolojisi, Denizcilik ve Tıp Bölümleri artarda sıralanmış. Bir bölümün sonundaki kapıdan başka bir dünyaya giriyorum. Daha bir bölümdeyken diğer bölümün merakı sarıveriyor. Yapı, Osmanlı Dönemi’nde padişahın ve yakın hizmetindekilerin atlarının bulunduğu ahırmış.

Tarihi, duvarlarına sindirmiş yani. Böyle bir yerde böyle bir yolculuğa çıkmak daha anlamlı bir hale bürünüyor. Bir aralık ufacık hole benzer alandaki pencereye yaklaşıyorum. Sızan ışık yüzümü bile aydınlatmaya yetmiyor. Yine de Gülhane’nin kim bilir ne zamanlarına tanıklık etmiş diyerek ağaçlara ve kuşlara bir de buradan bakıyorum.

Pencerenin önünde duran sandalyeye biraz oturup gördüklerimi düşünmeye çalışıyorum. O sırada gözüm müzenin içindeki diğer insanlara takılıyor. Odaların iki duvarının önüne koyulmuş camekânlar arasında hızlı hızlı gelip gidenler, odalara bir telaş girip çıkanlar, eserlerin açıklamasını okumak yerine etrafındaki kişilere sorup ne olduğunu anlamaya çalışanlar… Aynı anlamsızlığı alt kata indiğimde öğrencilerin Matematik, Fizik, Kimya alanlarıyla alakalı çalışmalardan koşarak uzaklaşmalarına tanık olduğumda bir kere daha yaşayacaktım. Okumuyoruz, araştırmıyoruz kalıplarına bir yenisini daha ekleyecektim o gün, biz müze gezmeyi de bilmiyoruz. Dolayısıyla tarihi de. Tüm bilimsel ve teknolojik gelişmelerin, hatta insanlığın gelişiminin temel dürtüsünün merak duygusu olduğu öğretilirdi. Bu dürtünün insanları harekete geçirmekte ilk etken olduğu söylenirdi. Şimdilerde insanlara bu küçük yerde bile dikkatlice bakınca bu dürtüyü de tüketim açlığının yuttuğunu görebiliyorum. Ne gerek var bilmeye, incelemeye ya da araştırmaya. İstediğimiz anda istediğimiz şeye ulaşırız nasılsa. Peki, biz neyi merak ediyoruz? Magazin! Merakımız magazinsel boyuttan bir adım ileri gidemiyor ne yazık ki. Her şeyi çok iyi biliyoruz da, nasıl bileceğimizi, aslında neyi bilmemiz gerektiğini asla bilmiyoruz. Aynı gün bir başka müzeyi daha ziyaret ettim. O gün gittiğim diğer müzede anlatmaya çabaladığım şeyin fotoğrafını zihnime çekecektim. Uzak Doğulu bir Turistin tüm eserlerin altındaki açıklamaları uzun uzun okuduğunu gördüğümde önce insanların, sonra toplumların neyden neye dönüştüklerine bir kere daha şahit olacaktım. Ve benim yerime cevabı o verecekti.

Müzede birçok eser, hatta tamamı kaynak kitaplara dayandırılarak benzerine uygun şekilde müze için tasarlanmış. Sanırım üzüntümü tekrar yaşamadan bitiremeyeceğim ben bu yazıyı, dahası tekrar tekrar rastlayacağım ona. Yine yaşadığım tanıdık bir his yalnız bırakmıyor beni. Kulağıma fısıldayıp duruyor. Eserlerin tamamı kitaplara göre birebir kopya edilerek yeniden yapılmış. Çünkü çoğu eserin asılları Avrupa’da. Burada ki ve dünyada ki birçok Doğu medeniyetlerinin bıraktığı eserlerin olduğu gibi. Bu duruma şaşırmadım, zaten çok yakından bildiğimiz bir gerçek. Sahip olduğumuz tüm değerleri, bilginlikleri nasıl böyle savurduğumuzu görmek, tekrar yüzüme çarpması kurtulabileceğim bir duygu değil. İslam coğrafyalarının bugün olduğu noktada taşıdığı misyonu ve dünyadaki itibarını düşündüğümüzde sanırım aynı hissetmememiz olanaksız.

Bugünkü bilimsel ve teknolojik çalışmaların temelini oluşturan ilk çalışmaların neredeyse çoğunun İslam Medeniyetlerinde atıldığını, fen bilimlerinde kullanılan birçok modelin ve yöntemin Avrupa’da ve dünyada asırlar sonra kullanılmaya başlandığını okuyorum hemen hemen tüm bilgilerde. Gurur duygumun ötesine geçen duyguyu artık çok iyi biliyorsunuz. Günümüz teknolojisiyle bile hayal olan gökyüzü bilimine dair yapılan çalışmalar, incelemeler ve icat edilen aletlere hayranlık duyarak bu bölümü bitiriyorum. Dönemin fen ilimleriyle uğraşan büyük beyinlerinin Kuran’ı Kerim’in gerçek ilminin peşinden gittiğinin bilincine ve gerçek İslam ilminin ne demek olduğunun farkına vararak.

Bütün bölümleri aynı hislerle, aynı duygu yoğunluğuyla gezdim. Astronomi bölümünde ölçüm aletlerini, saat teknolojisinde su saatlerini, coğrafyada dünyanın en uzun yol kat etmiş seyyahını, denizcilikte pusulayı, tıpta kullanılan aletleri şaşkınlıkla ve hayal gücümü zorlayarak inceledim. Aklımın sınırlarını da aynı şekilde zorlayarak.

El Cezeri’den İbni Sina’ya, Abbasî Halifesi El-Memun’dan Takıyeddin’e kadar birçok önemli bilim adamının buluş ve icatlarına ve bağlı oldukları uygarlıklarına dair eşsiz bir keşifti benim için. 700'den fazla eserin sergilendiği müzenin koleksiyonuna her yıl yeni eserler eklenmeye devam ediyormuş. Kurulan rasathanelerden geriye ise neredeyse hiçbir yapının ayakta kalmadığını görmek ise yine aynı üzüntüye sebep.

Yoğun hislerim arasında gözden kaçırdığım bir şeyler var mı diye bölümleri bitirdiğimde yarı yorgun yarı şaşkın dinlendiğim yerde müzeyi tekrar zihnimden geçirmeye çabalıyorum. Tüm vurdumduymazlığımızı ve İslam coğrafyaları olarak geldiğimiz noktanın sorumluluğunu ‘’batı’’ ya yüklemek gibi bir çıkarım mı yapmıştım? Avrupalı Oryantalistlerin çokluğu gözümden kaçmamıştı. Bu konuda yeterli bilgim olmadığı için araştırma yapmalıydım. Okuduğum tüm yazılarda batılı oryantalistlerin ‘’şark’’ tanımının çokta iç açıcı olmadığını görmek şaşırtıcı değildi. Oryantalistlerin bakış açısının ne kadar sığ ve dar olduğu, Doğuyu sadece belirli kalıplar içinde tanımlama gayreti de öyle. Bu konuda çok ikilemde kaldım, sanırım ilk edindiğim bilgiler çok yüzeysel. Çünkü müzede her bölümde birkaç oryantalistten bahsediliyor mutlaka. Müzenin ruhuna ve amacına ters bir düşünce yapıları var. Birçok cevabını bekleyen soru ekliyorum bugünün yanına. Fuat Sezgin Oryantalizme karşı çıkmamış mıydı acaba? Ya da Oryantalistlerden bahsederek açıkça bir meydan okuma mı sergiliyordu? Müzede bahsi geçen oryantalistler mevcut görüşün aksini mi savunuyorlardı? Belki de büyük bilim adamı olmanın tüm görüşlere açık olmak gerektiğinin mesajını veriyordu. Ve görüşlere gerçeklerle cevap veriyordu. Kendisi yurt dışında uzun yıllar çalışmalar yaptığı için o havayı bizzat solumuş, hepsinin aynı dar görüşte olmadığına da tanık olmuş olabilir mi? Bunların bir geçerliliği yok tabi, bunlar sadece benim kafamın içine doluşan soru yığınları şimdilerde. Bugünün yanına dev bir soru işareti çiziyorum, sorularımı cevapsız bırakmamak adına.

Ben bu sorularla boğuşurken biraz olsun yanıt bulabildiğim cevabı Fuat Sezgin’in kitabından bir sayfayı benimle paylaşan arkadaşım Nur veriyor.  Fuat Sezgin, ‘’Frankfurt’taki çalışmalarımda öğrendim ki Müslümanlar dünyayla güneş arasındaki en kısa mesafenin en uzak noktasının yıllık ne kadar değiştiğini saniyelerle hesaplamışlar. Yine Biruni dört mevsimin süresini tutuyor.’’ Diyor.  Öncesinde ilkokul yıllarında öğretmeninin ‘’Müslüman âlimler dünyanın öküzün boynuzunda olduğuna inanıyorlar.’’ Dediğini yazıyor.

Eserlerin orijinallerinin çoğunun Avrupa’da olduğunu görmek elbette çok üzücü ama tüm bu çalışmaları adım adım derleyip toplayarak tek çatı altında bizlerle buluşması da bir o kadar gurur ve ilham verici. Müzeden çıktığımda müzenin kurucusu ve İslam kültür, medeniyetini ve tarihinin tanıtılması, anlatılması için ömrünü bu uğurda harcamış Prof.Dr. Fuat Sezgin ‘in mezarına bu defa çok daha anlamlı ve idrak ederek bakıyordum. Önümüzdeki sene Fuat Sezgin 2019 yılı ilan edilmiş, dilerim daha fazla kişi onu tanıma fırsatı bulur ve müzede, Fuat Sezgin ve yaktığı ışıkta daha çok insanı aydınlatır. İslam’ı karanlık beyinlerin elinden kurtarmak, gençlerin yolunu bilim ile aydınlatmak, geçmişten geleceğe bir köprü kurmak için buna ihtiyacımız var.

Fuat Sezgin’in tüm gayesinin batı medeniyetlerinin İslam medeniyetlerine çok şey borçlu olduğunu gözler önüne sermek olduğunu ise müze ziyaretinde sonraki günlerde İslam Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı’nın internet sitesinde şu sözleriyle karşılaştığımda ancak tam manasıyla idrak edebiliyorum:

‘’Amacım, İslam topluluğuna mensup insanlara İslam Bilimlerinin gerçeğini tanıtmak, benlik duygularını olumsuz etkileyen yanlış yargılardan onları kurtarmak ve ferdin yaratıcılığına olan inancını onlara kazandırmaktır.’’



Geceye Övgüler, Novalis

Gurur ve Önyargı’dan sonra Novalis’in hüzünlü aşk hikâyesine ortak oldum.  Gerçek aşk hikâyesine. Novalis çok sevdiği nişanlısını kaybettikten sonra yazmış Geceye Övgüler’i. Bende zaten bir ağıt gibi okudum. Gurur ve Önyargı’nın ardından okunabilecek en manidar kitap olabilir. İki duyguyla nasıl ilişkilerimizin önüne set vurduğumuzu düşünürsek, hemen peşinden ölümün soğuk yüzüyle karşılaşmak, sevdiklerimizin kaybını düşünmek bir nevi öğüt gibi.

Geceye Övgüler bana divan şiirlerini anımsattı. Başka bir yayınevi kitabı Geceye Kasideler olarak da çevirmiş zaten.

Novalis, âşık olduğu kadının ardından sığındığı geceye satırlar dolusu övgüler yazmış. Şiirleri ölüme ve sevgiliye duyulan özlemin mektubu olmuş. Gece burada sadece bir semboldür belki de. Yaşadığı acıyı düşündüğümde geceyi bir sığınak olarak gördüğü, gecenin ona yoldaşlık yaptığı daha anlamlı geliyor.  Ama bu sadece düşündüğümde, şiirleri okurken geceyi hep ölümle özdeşleştirdim ben. Çünkü Novalis’in ancak o zaman huzura ve sevgilisine kavuşacağına düşündüm.

Gecenin karanlığının ardında ölümün soğuk nefesini hep hissettim üzerimde. Bir insanın geceye, ölüme ve sevgiliye karşı yaşadığı tutkunun sayfalar dolu ağıtını okudum. Acısını kendi içimde duydum.

Klasik okuma etkinliğimiz olmasaydı kendisiyle yolumuz kesişir miydi bilemiyorum. Genel olarak klasik dediğimiz de hep Dostoyevski ve Tolstoy canlanıyor gözümüzde. Klasik okuma kıstasımız çoğu zaman iki isimle sınırlı kalıyor. Dostoyevski ve Tolstoy okuyanlardan ‘’ben klasikleri okudum’’ cümlesini çok sık duymuşuzdur. Bense artık daha sabırsız, klasiklerin engin dünyasına dalmaya daha hazırım.

Klasiklerin farklı dünya ve coğrafyalarına, farklı tarihi dönemleri ve inançlarına girmek türler arasında geçiş yapmak seyrine doyulmaz bir resital olacak. Uzayıp giden listeye baktığımda emin olduğum bir his sarıp sarmalıyor beni: sona vardığımda asla aynı kişi olarak kalmayacağım. Öğreteceklerine kalbimi açtım, heybemi hazır ettim. Tek tek toplamaya başlıyorum.

Öğrendim ki, Novalis romantizm akımının öncüsü sayılıyormuş. Öğrendim ki, bu eseri sadece bireysel acıları anlatmıyor, toplumun acılarını da yansıtıyormuş. Endüstrileşmenin getirdiği buhranın yansıması da kitabın içerisine sinmiş durumda. Yaşadığı dönemdeki toplumsal olaylar ve üstüne genç yaştaki nişanlısını kaybetmesi Novalis’in kalemini hassas ve kırılgan hislerle doldurmuş.

Aslında ben kitabı çok hazırlıksız okumaya başladım. Öncesinde Novalis ve Geceye Övgüler hakkında araştırma yapacak ya da bir şeyler okuyacak zamanım olmadı. O yüzden şiirin ahengine kaptırdım kendimi. Şiirlerinde toplumsal olaylar hakkında duyarlılığını dile getirdiğini kitap bittikten sonra incelemelerine bakarken fark ettim. Açıkçası dönemini çok idrak edemedim. Daha çok Novalis’in acısını ve duygularını duymaya çabaladım. Bizim şiirlerimizde genellikle şairlerin kendi yaşamından izleri yansıtarak kullandığı bir tema olduğu için hep bireysel acılarını anlamaya çalıştım.

Fakat endüstrileşmenin dolayısıyla kapitalist sistemin yeni başladığı dönem olduğunu göz önüne aldığımda, değişen toplumsal düzene ayak uydurmak zorunda kalan insanların yaşadığı bunalımı ve bunun Novalis üzerindeki etkilerini de anlayabiliyorum. Ve bu düzene hızlı şekilde adapte olabilen insanların değişimini düşündüğümde, bu düzene ayak uyduramayan, yadsıyan, anlamlandırmaya çalışan insanları daha çok anlayabiliyorum. Bu durumu şuna benzetiyorum, her anını, her anısını sosyal medyayla yaşayanlar ve onu mesafeli olarak kullananlar arasındaki farka.

Yaşamın karmaşası arasında gündüz vakti maskelerimizin ardına daha çok saklandığımızı, hızlı hareket etmek zorunda olduğumuzu, kendimizden ve hislerimizden uzak kaldığımızı düşünürsek hepimizin Novalis’le benzer yanları var. Gece olduğunda daha çok kendimiz olduğumuzu, dertlerimizle ve iç dünyamızla baş başa kaldığımızı ve diğer tüm şeylerden uzaklaştığımızı düşünürsek Novalis’in yaşamındaki derin izi daha net görebiliriz.

Ahmet Cemal’in nefis önsözüne değinmeden bu kitabı sonlandıramayacağım. Onun tanımladığı şekilde Novalis, ‘asıl insan zamanı’nı gecede arar; bir ölüm özlemine dönüşen ve aşktan ötürü duyulan acı ise bir yandan yaşamla, bir yandan da öbür dünyayla karşılaştırılır.

Yüzyıllar sonra bir gece yarısı kitabın kapağını kapatırken, şiirlerini karanlığın yakasına iliştirdim, yeniden.

‘’Gecenin içimizde açtığı
Sonsuz gözler
Çok daha uzağı görebiliyorlar
O sayısız orduların
En solgunlarının yapabildiğinden
Işığa gereksinim duymaksızın
İnebiliyorlar derinliklerine
Seven bir ruhun…’’

Gurur ve Önyargı, Jane Austen

Kış ayları yaklaşıyor. Kitapların mevsimine doğru giderken takvimler, sabırsız bir bekleyişteyim. Tüm zamanımın sadece onların olacağı, aklımın başka bir şeyde kalmayacağı benzersiz vakitler. Dışarının hâkimi rüzgârlar, zihnimin tek hâkimi kitaplar.

Her sene sonbahar geldiğinde kışa özlemim ve sabırsızlığım daha çok artıyor. Henüz Eylül’ün ilk günleri, yazın son demleri ama sonuçta takvim sonbahar. Temelini kitapların attığı bir dostluğun kahramanları Nur ve ben, daha sonra bize katılan iki kız arkadaşımızla beraber kışa doğru kısa ama esasen uzun bir yolculuğa çıktık beraber. Dört kız dünyanın telaşından uzak bambaşka bir âlem kurduk kendimize. Bizim harikalar diyarımızı. Burada tüm sesleri susturuyor, sadece kitapların bize söylediklerini dinliyorduk.
Çok geçmeden ilk konuğumuza dünyamızın kapılarını ardına kadar açmıştık: Hasan Ali Yücel.
Hasan Ali Yücel Klasikleriyle önümüzde uzunca bir yol beliriyordu. Yol uzun, vakit kısa, biz sabırsız. Sanki ilk kez kitap okuyacak gibi karmaşık ve heyecanlı hisler içinde, serinin ilk kitabı ellerimizdeydi.  

Ben daha önce de klasiklerin hepsini okumaya çok niyetlenmiştim. Tüm okurlar gibi. Ama bir kitap var ki, ismiyle müsemma bir his içindeydim. Asla okumayı düşünmemiştim ve hiçbir güç kendisini bana çekememişti. Serinin ilk kitabı, Gurur ve Önyargı’dan bahsediyorum.

Aynı hislerle okumaya başladım. Tabi ki önyargım kalbimin önüne set vuruyordu, Elizabeth, Darcy, Bennetlar’ın hayatına ve 1800’lerin İngiltere’sine hala yabancı gözlerle bakıyordum. Klasiklere vasat bir başlangıç yapmak istemediğim ve önyargımı biraz kırmaya çalışarak tekrar okumaya başladım. Beni yoran şeyin bu defa ne olduğunu daha net anlıyordum. Çok fazla isim kullanılması. Kim kimdi, kim kimin nesiydi bir zaman sonra birbirine girmişti. Neyse ki kendimi akışa bıraktığımda bu sorunu aşabildim ve olay örgüsü, karakterler yavaş yavaş çözülmeye başladı.

Klasik bir aşk hikâyesi olarak gördüğüm ve bu türe karşı hiç sempati duymadığım için önyargılıydım daha çok. Ama okudukça dönemin İngiltere’sine ayna tutması önyargımı kırmamda en önemli etken oldu. Toplumsal yaşantının, kadın-erkek ilişkilerinin, aile yapısının kitapta yansıtılması kitaba tarihi gerçeklik boyutunu da getiriyordu. Klasik bir aşk hikâyesinin gerisinde o tarihi dokuyu hissetmeye daha büyük çaba sarf ettim.
Mr. ve Mrs. Bennet’ın evlilik çağına gelmiş beş kızı vardır. Bir gün yaşadıkları yerin yakınına çok zengin bir adam taşınır ve Bayan Bennet kızlarından birini bu adamla evlendirmek için hayaller kurmaya başar. Kocasının ısrarla adamla tanışmasını istiyor, böylelikle daha sonra yemeğe davet edip kızlarıyla rahatlıkla tanıştırabilecektir.

Kısa zaman sonra bir balo düzenleniyor ve beş kız kardeşin en büyükleri Jane ve Elizabeth bu baloya katılıyor. Baloda şehre yeni gelen zengin genç Mr.Bingley ve abla Jane arasında bir yakınlaşma hissediliyor. O gün Mr.Bingley’in  yanında gelen ve ondan daha zengin olan biri daha var. Mr.Darcy. Bu beyefendinin soğuk ve mesafeli duruşu Elizabeth’in dikkatini hemen çekiyor. Elizabeth ve Darcy arasında yaşanan ufak atışma ise her şeyin başlangıcı.
Darcy’nin mizacına ve tavırlarına sinen gururlu yanı Elizabet’in ona karşı önyargı oluşturmasına neden oluyor. Ve kitabın isminin manasına, duygular dışa vurdukça varmaya başlıyorum.
Darcy ve Elizabeth’in arasındaki ilişki gergin bir şekilde devam ediyor.  Karşılaştıkları her yerde aralarında bir çatışma oluyor ve çevrelerine hep böyle yansıyor. Fakat bu atışmalar ve uyuşmazlıklar iç dünyalarında bir merak ve ilgi uyandırıyor ikisi için de.

Duygularına karşı koyamayan ve karşı tarafa ilk açılan kişi ise Darcy. Fakat Elizabeth’in üst üste gelen olaylar karşısında kendisine karşı ördüğü duvarlara çarpıyor ve geri çevriliyor. Darcy daha sonra yaşanılan tüm olayların gerçek yüzünü göstermek için Elizabeth’e bir mektup yazıyor.
Gurur Darcy’i, önyargı ise Elizabeth’i niteleyen kavramlar. Ben Darcy’nin gururundan çok Elizabeth’in önyargısının daha ağır bastığı izlenimine kapıldım. Ya da önyargı benim hayatımda da çok fazla yer bulduğu için bana daha yakın ve tanıdık geldi. O yüzden romanın geneline hâkim olan o tutumu daha net ve kolay yakalayabildim.

 Darcy ve Elizabeth’in ilişkisinden çok kopuktum aslında. Bir zaman sonra mekân ve olayları toparlayamaz olmuştum kafamda. Böyle olunca yine kendi yöntemime döndüm ve bütünde değil parçada anlam bulmaya yoğunlaştım.

Klasik aşk hikâyesinden uzaklaşarak, dönemin İngiltere’sinde gezintiye çıktım sık sık. Toplum ve aile tutumundan, kadının toplum içindeki rolü ve yeri hakkında zamanın durumunu gözlemledim ve yine karamsarlığa düştüm. Genellikle başka ülkelere dair bu tarz toplumsal gerçeklik ögeleri de barındıran kitapları kendi toplum ve kültürümüzle karşılaştırarak okumak gibi bir durumum var. Çok doğru bir okuma değil. Bütünde böyle yapmıyorum zaten. Ama özellikle bu hususta durup fazlaca düşünürüm. Okuduğum coğrafyanın toplumsal ve sosyal durumuyla kendi toplum ve sosyal durumumuz hakkında bir kıyaslama yapmak üzerinde dikkatle durduğum bir nokta. Gurur ve Önyargı’yı da okurken bu karşılaştırmaları uzun uzadıya yaptım.

Kadınların hayattaki görevinin iyi bir eş olmak ve iyi bir aile kurmaktan, sadece ev ve el işleriyle uğraşmaktan öteye gidemediği bir ortam var. Kadının kimliği bir nevi eşinin kimliğiyle var oluyor. İş, sosyal ve sanat dünyasında kadının adı yok. Bunun yanında o dönemlerde sınıfsal farklılıklar da göze çarpıyor. Tüm bu etkenleri göz önüne alarak kadının bizim geleneğimizde ve toplumuzdaki yeri ve önemi hakkında karşılaştırma yapacak çok fazla faktör karşıma çıkmıştı. Öncelikle şöyle bir yargıya varmıştım, biraz gücenerek biraz kızarak: hayran olduğumuz Avrupa bizden çok farklı değildi? Biz kendimizi neden bu kadar onlara karşı aşağılık görüyor, gözümüzde büyütüyorduk? Neden tüm Avrupa’dan önce kadın haklarını tanımış olmamıza, eski ve asıl Türk geleneğimizde kadının devlet ve toplum idaresi ve iradesinde en önemli rolü oynamasına rağmen neden biz Avrupa’nın gölgesinde kalmış, onlara özenir durumdaydık. Sonra kendi cevabımı kendim veriyordum:  onlar ileri giderken biz geri gidiyorduk da ondan…

Jane Austen’in aşk hikâyesinin ardında, kadının toplumdaki yeri ve önemi, üzerinde oluşturulan baskılara karşı bir başkaldırı var. Özellikle kadın karakteri Elizabeth’in diğer hemcinslerinin aksine iyi bir okur olması, eleştiren ve sorgulayan bir karakter sergilemesi, sadece zengin olduğu için bir adamla evlenmek istememesi Jane Austen’in döneme karşı bir eleştirisi gibi görünüyor. Jane kendi hayatında da benzer izleri taşıyan bir karaktermiş zaten. Özellikle Elizabeth ve kendisinin de hayatında baba figürü ön plana çıkıyor. Destekleyici ve her kararlarında arkalarında duran bir gizli kahraman rolünde. Nitekim zengin akrabalarının evlenme teklifini reddeden Elizabeth’e annesinin ısrarlarına rağmen babası arka çıkar. Kütüphanesinin kapısı kızına sonuna kadar açıktır. Jane Austen da eğitim ve kitaplar konusunda en büyük desteği babasından görür. Aile tiyatroya ilgilidir. Jane üç tiyatro oyunu yazmıştır ve babası kızının yazma isteğine de karşı koymamıştır.
Elizabeth evlenmek için âşık olmayı bekledi, o ise hiç evlenmedi. Belki de kendisi de evlenmek için hep âşık olmayı beklemişti.

Dönemin ahlak anlayışına isyan eden bir karakter Jane Austen. Kadının yerinin sadece ev olduğu, söz ve çalışma hakkının olmadığı, tek başarısının zengin bir kocayla evlenmek olduğu böyle bir zamanda Elizabeth gibi inatçı, başının dikine giden ve lafını esirgemeyen, kendi isteklerinin peşinden giden güçlü bir kadın karakter doğuruyor. Erkeklere ve egemen güce karşı kendi inanç ve görüşlerinin sonuna kadar dimdik arkasında duran bir kadın. Zamanın şartlarına göre alışılmadık ve sıra dışı.
Ezilmiş ve soyutlanmış kadınların yerini onun kitaplarında güçlü kadınlar alıyordu.

Kitabı yoğun olarak aynı hislerle okudum. Bitirdiğimde şimdiye kadar ezberimi bozan bir durumla karşılaşacaktım, peşi sıra izlediğim filmi beni kitabından daha çok etkilediğinde. Mekânlar, kostümler, danslar, duygular, dönemin atmosferi bana öyle güzel geçti ve o kadar iliklerime kadar hissettim ki!

Kitaptan daha çok filmi sevmek içime sinmedi ama olsun kitaptan çok kopuk ve günümüze uyarlanmış olmaması diğer yandan içimi rahatlatıyor.

Elizabeth ve babasına odaklanarak okumuş olmak diğer karakterleri görmezden geldiğim hissi uyandırabilir. Ben yazarın hayatına, kadının toplumdaki yeri ve önemine ve bir kızla babasının güçlü bağ kurduğunda kızın hayatında nasıl etkileri olduğuna dair gözlem ve çıkarımlar yaparak okudum. Bu husus kitabı bende daha anlamlı ve özel kıldı. Jane Austen’in güçlü karakteri Elizabeth ile beraber sona geldiğimde ise önyargılarımı kırmış olarak kitabın kapağını kapatmak, beni de onların hikâyesinde ortak bir noktada buluşturdu. Jane’nin güçlü kadınlarının hikâyesi her çağda devam edecek hissiyle.

Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya Kitap Yorumu

Bir yanda hala kendimi hazır hissedemediğim okuma planlarım, diğer yanda dört kız başladığımız Hasan Ali Yücel klasiklerini okuma serüvenimiz…  Eylül ayında başlamam gereken kitap serileri… Benim kafamı bir türlü toparlayamam ve en acısı sene sonuna sadece iki ay kalmış olması. Ve araya aldığım kitaplar… Dipsiz kuyu.

Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünyası da bu kitaplardan biri oldu. Hem uzak olduğum bir tür olduğu için şans vermek hem de bir okuma planımın parçası olamayacağı için, kitaplığımdan sürekli gözüme çarpması da cabası ‘’eh madem, okuyayım da çıksın aradan’’ diyerek başladım… Bir bilimkurgu klasiğine yaklaşımıma bakar mısınız?

Lakin bu konuda kendimi tanıyorum. Bilimkurgu izlemeyi seviyorum, ama okumayı beceremiyorum. Fahrenheit 451 bu konuda tek istisna olabilir. Sanırım beni korkuttuğu için kaçıyorum bu türden!
Ya kafam gerçekten çok doluydu okurken ya da araya alınabilecek, hele ‘’okuyayım da çıksın aradan’’ denilebilecek bir kitap hiç değildi. Asla konuya tam hâkim olamadım. O dünyada dolaşamadım. Hep yazarın adımlarını attım, onu takip ettim. Özgür değildim sanki. Öyle rahatsız bir his.

Ama her ne kadar yabancılık çeksem de havasını soludum, kâbusa tanık oldum. Belki bundandır yaşadığım karmaşık ve rahatsız his. Güvende değildim.

Üstelik Cesur Yeni Dünya’da herkes mutluyken! Ben böyleydim.

26.yy İngiltere’sinde tüm dünyada totaliter rejim hâkim. Sadece bu sistemin dışında bir başka topluluk daha var. Onlarda şehirden uzak, ayrılmış vahşi bölgede yaşıyorlar. Bu uygarlıkta anne ve baba yok. İnsanlar özel merkezlerde çoğaltılıyor ve daha embriyoyken sınıfları belirleniyor.  Zekâ seviyelerine göre Alfa, Epsilon, Beta gibi sınıflara ayrılıyorlar. Bokanovski denilen bir yöntem sayesinde seri halde insan üretilebiliyor. Seri halde üretilen insanlar robottan farksız yaşam sürüyorlar. Bireysellik yok. Hisler ve duygular yok.

Savaş ve hastalıklar da yok edilmiş. Oluşturulan toplumda herkes mutlu. Toplumda özel, mahremiyet kavramı yok. ‘’Herkes herkes içindir’’ anlayışı var. İnsanlar istediği herkesle birlikte olabiliyorlar. Hayat tamamen bunun üzerine kurulu. Ayrıca bilim, sanat, felsefe ve kitaplarda yok. Yani korkunç. Bu da bir nevi beni doğruluyor.

Tüm distopyalarda ortak nokta insanlar tek tip, toplum tek düzen, duygular ve hisler yok. Ve tüm bunları gerçekleştirmek için yapılan ilk şey. Kitaplar yasak! Tıpkı geçmiş yüzyıllarda bir uygarlığı yok etmek için yakılan, yağmalanan, sulara dökülen kütüphaneler gibi. Hemen hemen aynı zamanda izlediğim dizide şu cümle düşüncelerimin karmaşasından beni sıyırıyor: ‘’İnsanlar kitaplarını atmaya başladılar. Bu ülke uzun yaşamaz.’’

Kötü hissetmeye asla izin verilmiyor. Kötü, rahatsız hissetmeye başladıkları anda ‘’Soma’’ adı verilen haplarla insanlar uyuşturuluyor ve beyinleri boşaltılıyor, rahatlatılıyor. Dertlerini unutmaları sağlanıyor. Zaten düşünemeyen, sorgulamayan insanlar bu sayede itiraz ve şikâyet etmeyen, daha da uyuşmuş halde itaatkar kölelere dönüyorlar.

İnsanlara doğdukları andan itibaren aynı cümleler uykularında tekrar tekrar dinletiliyor ve bunlara inandırılıyor. Sevgi, aşk ve duyguların yok edildiği bu katı sisteme, insanlar bu şekilde en baştan uyum sağlamış olarak katılıyorlar. Günümüzde medya ve internet. Sürekli tek tip güzellik algısı, tüketim çılgınlığı dayatması. Geçmişte ve günümüzde halkın medya aracılığıyla manipüle edilmesi, kitleler halinde inandığımız doğrular. Bir ilacımız yok ama benzer yönlerimiz çok. Bizlerde uyuşturulmuş vaziyetteyiz. Yaşadığım tedirginlik bu. Duyduğum endişe gerçeklik payı. Cesur Yeni Dünya’nın gerçek distopyası!

Kitaptaki havayı soluduktan, dünyasını biraz idrak ettikten sonra sistemde meydana gelecek çatlağı beklemeye başlıyorum. Çünkü korkunç ve çok gerçek. Ve sona ermeli. Ben böyle düşünürken Cesur Yeni Dünya’nın sisteminden uzak, şartlandırılmadan yetişmiş olan Helmhotz, Bernard ve Vahşi ortaya çıkıyor. Üçü de sistemin dayattığı kurallardan uzak, yaşadıkları topluma yabancılaşmışlar. Ve dünyalarının şartlarına göre hasta karakterler. Ve bir nevi sisteme başkaldırıyorlar. Bu isyanlarının sonucunda ceza olarak sistemin dışındaki vahşi bölgeye gönderiliyorlar.

Aslında distopya da desek, kiminin hayalindeki ütopya da olabilir. Okuyucusunun karar verebileceği ucu açık bir kitap. Çünkü aramızda bu sisteme asla karşı çıkmayacak sadece haz duygularıyla yaşamayı tercih edebilecek, sorgulamayı, düşünmeyi reddedebilecek milyonlar çıkabilir. Ya da farkında olmadan bu şekilde yaşayanlar var mıdır aramızda?  

Kitabı kapatırken şöyle düşünceler geçiyor zihnimden, kitaba yabancı kaldığım halde gerçekliğin dehşetini bana gösterdi. Ama tüm gerçekliğine rağmen ben o dünyaya hep sanki bir pencereden baktım. Belki de kapısından girmeye korktuğumdan. Sürekli kıyaslama yaparak okumak, satırların altını çizmenin yerini benzer olaylar aramaya bıraktı.

İster bir distopya diyelim ister bir kehanet. Olduğumuz yerden gittiğimiz noktaya baktığımda, sadece tüketim odaklı yaşantımız, alışveriş çılgınlığı, içini çürüttüğümüz tüm değerler, güzellik algıları, para ve zevk ilişkisine dayalı dostluklar… Bencil yanımız. Bizi uyuşturan akıllı ekranlarımız. Hepsinin tek hizmet ettiği amaç, sadece mutlu olmak arzumuz. Algılarımız ve yanılgılarımız.

Yıllar önce yazılmış olmasını yorumlayan kimileri yazarın ileri görüşlülüğüne hayran kalmış. Elbette haklılar. Ama bende zaman daralıyor hissi uyandırıyor sadece. Gitgide sona yaklaşıyoruz. Dünyanın kenarından aşağı düşmeyi bekliyoruz, yığınla. Birbirimizi ite kaka.






insan Olmak, Engin Geçtan

Duygularımın içinden geçen şahane bir adam ve onun kitabını aldım hayatıma. Uzunca zamandır cevap veremediğim bir soruya yanıt aradığımı ve sonunda geçte olsa bulduğumu, hem de nokta atışı yaptığımı söylemeliyim. Net olarak tanımlayabildiğim çok az özelliğim ve zevkim vardır.  Şimdi cümlelerime yenisini ekliyorum yıllar sonra. Aslında belki de en eskisi.

Psikoloji. Üzerine uzun uzun yazacak ne bilgim ne de alt yapım var elbette. Sadece insan halleri, insanoğlunun iç dünyası ve yaşadığı olayların hayatına etkisi, algısı, tutkuları, değişimleri ve nicesi. Odak noktasına insanı alan her şey beni derinden etkiliyormuş meğer. Geç olsa da farkına varmak, şu sıralar beni en çok mutlu eden şey.

Geçenlerde demek istemiyorum, yeni bitirdim saydığım ama henüz kopamadığım ‘’Maniac’’ dizisini hayran kalarak izlerken ve şimdilerde Annie ve Owen’ı özlerken yanımda İnsan Olmak kitabı vardı. Onların psikolojik yolculukları esnasında bu kitap sayesinde bir nevi kendimle hesaplaşma ve yüzleşme seansına girdim.

İsmiyle bile hislerime tercüman. İnsan olmak halinin en derin en yalın halini bana gösterdi. Doğanın ürkütücü gücünden başlayıp, toplumdan aileme kadar girip sonra oradan özüme doğru indiğim bir yolculuktaydım. Şunu söylemeliyim ki hepimiz bir kör düğümle birbirimize bağlıyız.
Kitap tümden gelim yöntemini anımsattı bana. En geniş, en genel alandan özele doğru giden bölümlerden oluştuğu için sanırım. Engin Geçtan’ın toplumun tanımını yaptığı, toplumların oluşma sürecinden bahsettiği, birey ve toplum ilişkisini irdelediği ‘’Birey ve Toplum’’ ilk bölümüyle başlıyor kitap. Toplumsallaşma sürecinden sonra bireyleşme sürecine ayna tutan aile yapısının içine dâhil oluyoruz. Ana-Baba ve Çocuk bölümünde anne ve babaların çocukların gelişiminde ve ileriki yaşlarda bireyleşmesinde ne gibi etkilerde bulunduğuna dair kilit noktaları açıyor Geçtan. Aileler kişinin tüm yaşamını derinden etkiliyor. İtiraf etmeliyim ki, hem kendi aile bağımdan hem de çevremdeki çoğu insanın ve toplumumuzun benzer aile yapısından yola çıkarak bireyleşmede ailenin bu denli etkin ve güçlü bir rolde olması beni çok korkuttu. Anne ve baba olmanın gerektirdiği sabrı, özveriyi ve sorumluluğu taşımayan insanların çocuk sahibi olmaları hem çocuk için hem de toplum için ne kadar zararlı boyutlara ulaşabileceği hakkında gerçekler rahatsız edici. Kulakları tıkadığımız tüm gerçekler gibi bunları da göz ardı ettiğimiz doğru ya da hiç umursamadığımız.  Özellikle anne rol modelinin ve tavırlarının çocukların hayatlarına ya ışık tutabileceği ya da onulmaz izler bırakabileceği sanırım neden cennetin annelerin ayakları altında olduğunu kanıtlar nitelikte. Bu bölüm beni o kadar etkiledi ki, elimde olsa herkese hediye etmek, ne olur okuyun diye yalvarmak isteği duydum. Yakınlarıma ısrarla önerdim, öneriyorum, önereceğim.

İnsanlardan Korkmak bölümünden sonra artık yavaş yavaş diğer insanlardan uzaklaşıyorum. Yaşadığım şeylerin buna benzer duygular olduğunun ayrımına vararak, ardımda bırakmak, kurtulmak isteğiyle sonraki bölümlere, bireyin iç dünyasına, duygularının derinliklerine doğru uzunca bir yolculuğa çıkıyorum. Bu bölümlerde artık toplum, aile, insanlar, onlar, bunlar, tanıdığım tanımadığım kim varsa yok. Hepsini dışarıda bırakıyorum.

Öfke, düşmanlık, değersizlik, kaygı, yalnızlık gibi duyguların neden yoğun olarak hissedildiğine, temelinde yatan sebeplere ve bu duyguların dengesiz boyutlarda olduğu kişilerde ortaya çıkan saplantılı durumlara dair sebep ve sonuçları anlatırken Engin hoca, utanmasam altı çizilmedik satır bırakmayacağım.

En bilindik, en tanıdığımızı sandığımız duyguların aslında sadece birer duygu olmadığının farkına varıyorum sonraları. Her satır ayrı bir iç hesaplaşma ve yüzleşme oluyor. Saplantılı şekilde devam ettiğim tüm hareketlerimin altında hangi aşırı duygularımın yattığını öğreniyorum. Çok değer verdiğimi sandığım kim varsa, onlara verdiğim değerin aslında kendi değersizliğimi örtbas etmek için bir kılıf olduğunu anlıyorum. Duyduğum kaygının hayatımı nasıl avuçlarının arasında tuttuğunu gördüğümde, dayanamıyorum. Hayatımı ellerinden kurtarmak için can atıyorum. Yalnızlık sanarak inşa ettiğim duvarların bir kalkan olmaktan daha çok parmaklık olduğunu ve kendimi, kendi dünyamın içine hapsettiğimi boğulmak üzereyken fark ediyorum. Üstelik bunu özgürlükle bağdaştırarak ve tüm kalbimle inanarak yapıyordum.

Üzülerek, kararlar alarak, şaşarak, kızarak, hırçınlaşarak, inkâr ederek, bahane arayarak, nihayetinde kabullenerek, yani yaşayarak okuyorum. Aslında insan olmanın ağırlığı altında ezildiğimi hissediyorum.

180 sayfalık bir kitaba koca bir dünya sığar mı demeyin, sığar. Benim şu yaşıma kadar içimde besleyip büyüttüğüm, beni zehirleyen iç dünyamı sayfaların arasına sığdırmış Geçtan.

Şimdi mi? İyileşmiş değil belki, bunun için erken ama yenilenmiş hissediyorum. Ve başkası sandığım her şeyin sebebinin önce kendim olduğunu kabul ediyorum. Kendini yaşamak yolunda ilk defa böylesi dev bir adım atarken ‘’İnsan olmak’’ elimden tutuyordu.  

Ben sadece bir kitap okumadım diyorum, kendimi okudum.

Ara Güler

Bir zamanlar bakmaya doyamadığım kitaptan gözlerimi kaçırıyordum uzunca süredir.  Kitaplığımın en alt rafına koymuş, üzerine de yığınla kitap istiflemiştim. Her gördüğümde bana zamanın acımasızlığını hatırlattığı için. Hâlbuki o kitap elimde, heyecandan yerimde duramadığım o imza kuyruğu dün gibi aklımdaydı. Kaçıncı sıradaydım önümde kim vardı, kaç kişiydik? Bilemeyeceğimden çok soru işareti doldururdu beynimi buna benzer anlarda. Ama o gün farklıydı, gözlerim kapıya kitlenmiş, Onun gelmesini bekliyordum yalnızca. Seslere kulaklarımı tıkamıştım.

Kitabın arasında bir kare fotoğraf vardı. Kimi daha çok sevdiğimi, kimin benim İstanbul kahramanım olduğu sorusuna da hala yanıt bulabilmiş değildim.

Kapıya diktiğim gözlerim sadece saate bakmak için ayrılıyordu. Akrep biraz hızlansa. Yelkovan benim kadar sabırsızlansa.  Saat ve kapı arasında mekik dokuyan gözlerim ihtiyar adam kapıda belirdiğinde kıpırdamadan öylece kalabildi. Gözlerim öylece kaldı kalmasına ama ellerim ve ayaklarım için aynı şeyi asla söyleyemeyeceğim. Yarışırcasına, hızla titriyorlardı. Yılların biriktirdiği hayaller heyecanlıydı, benden çok. Onun izinden yürüyememiştim ama vazgeçmemiştim de. Onu bir kez görmek, ilk gençlik hayallerime dokunmaktı. 15 yaşım bana gülümsüyordu.

Sıra akıp giderken, heyecanım yerini tatlı bir duyguya bırakmıştı. Nihayet benim sıram geldiğinde ‘’merhaba’’ dedim, kitabımı uzattım. Yılların derin izler kattığı yüzüne bakamadım, gözlerim zamanı dondurduğu ellerinde takılı kaldı.

Kapağı araladığında kitabın arasına koyduğum fotoğrafı gördü. Ellerinin arasına aldığı fotoğrafa kısa bir süre baktı. Resim ellerinde titremeye başlamıştı. Yaşlılıktan titreyen ellerini kendi yerime koymuştum. Utanmasam, heyecanlandı diyecektim.

Sesini duymakta zorlandığım için daha çok yaklaştım ona doğru. ‘’Türkiye’nin en iyi edebiyatçısı’’ dedi. Fotoğrafın üzerine ‘’1955’’ yazarken.

Sesim de sonunda dayanamamıştı, titriyordu. Kitabımı geri alırken usulca ‘’teşekkür ederim’’ dedim. Çok teşekkür ederim. Hiç istemeyerek ayrılırken adımlarım, kitabı sıkıca göğsüme bastırdım.

O gün, fotoğrafı titreyen elleriyle imzalayan Ara Güler’di. Fotoğraftaki ise Sait Faik Abasıyanık.

Şimdi o kitap ve arasındaki fotoğraf kitaplığımın en alt rafında üzerinde kitap yığılı halde duruyor. Uzun uzun çok baktım o fotoğrafa da o kitaba da, ilk tatlı hayalli yaşlarımı anarken daha çok baktım.

Sonra huzur bulduğum o fotoğrafı ve kitabı kaldırdım rafa, açıp bakmadım, bakamadım. Besbelli korkuyordum. Bir nevi kaçmak benimkisi.

Dün gece 11’e doğru bir mesaj geldi telefonuma, kaçmak? Ama nereye kadar. Kitaplığıma yanaştım haberi alır almaz, kitabı yerinden çıkardım, tozlarını o gün ona sarılan ellerimle sildim. Bir ağabeyime daha veda ediyordum, çocukluğuma ve eski İstanbul’a.

Fotoğrafı kitabın arasına koydum, sayfalarını kapattım. Uzun zaman sonra tekrar göğsüme bastırdım.

Güle güle Ara Güler, Sait Faik’e ve ben uğraşmasam kimse uğraşmazdı onların fotoğraflarını çekmekle dediğin edebiyatın güzel abilerine selam söyle.

Senin gözünden İstanbul’a, insanlara ve yazarlara bakmak her zaman en özeli olarak kalacak. Çünkü her baktığımda kalplerini görebiliyorum.

Hoşça kal…


Doppler, Erlend Loe


Kitapçıdan içeri girdiğim zaman daha önce belirlediğim kitapları asla alamamışımdır şimdiye kadar. Aklımdaki kitapları çoktan unuturum rafların arasında dolaşırken. Beni hangisi çağırıyorsa ona kulak veririm. Elimde bambaşka dünyaların birçok kitabı kasaya doğru yanaşırken, kalbim arkamda bıraktıklarımın yanında kalır çoğu zaman.

Sürekli alışveriş yaptığım kitapçıma genellikle içimin sıkıldığı zamanlarda gitmeyi tercih ediyorum. Benim için harika bir meditasyon oluyor. Kitapçıdan daha çıkmadan yenilenmiş ve arınmış hissediyorum kendimi. Yolum her o tarafa düştüğünde uğramalarım hariç. Benim için o ayrı bir rutin.

Geçenlerde Eda ile bir okuma etkinliği yapalım diye konuşuyorduk. Ama ikimizde asla planlı ve düzenli olamadığımız için normal kitap etkinlikleri bize hitap etmiyordu. İkimiz için daha farklı, devamlılık sağlayabileceğimiz bir şey olmalıydı. Sonunda karar kıldık, her ay kitapçıya gidecek ve sadece tek bir kitap seçip onu okuyacaktık. Tam bizlik bir fikir olmuştu! Bu belki bizi okuyamadan sürekli kitap alma alışkanlığımızdan da bir ölçüde kurtarabilirdi diye düşündük. Anlaşmaya vardık.
Üzerinden yaklaşık birkaç ay geçti. Ama henüz başaramadık!

Karar verdikten bir hafta sonra kitapçıya gittik, benim seçtiğim kitap Erlend Loe’nin Doppler kitabı oldu. Kitabın ismini çok sık duymuştum. Aslında amacım yeni ve hiç duymadığım bir kitap keşfetmekti. Neyse ki konusu hakkında çok fikir sahibi değildim. Sözümüze sadık kalamayarak iki kitap daha aldım maalesef. Ama sadece iki, buda bir şeydir.

Her zaman bu şekilde seçtiğim kitaplar ‘yoksa beni seçen mi demeliyim’ umduğumdan çok daha fazlasını veriyor bana. Beklentimi çok yükseltmediğim için sanırım. Tam istediğim bir kitap çıktı karşıma. Beni çok hırpalamadan, yormadan dünyayı ve düzenini sorgulamamı sağlayan bir kitap.
Şehirden kaçıp doğaya sığınmak az çok herkesin aklına hayatında bir kere esmiştir. Şehrin kargaşa ve kalabalığından kaçarak, sakinlik ve huzura kavuşmak büyüleyici bir düş. İşte kahramanımız Doppler’de hayalimizi gerçekleştiriyor. Bir gün ormanda bisikletinden düştükten sonra, ani bir karar vererek ormana yerleşiyor. Yaşamına burada devam ederken bir geyiği de evlat ediniyor.

Tüm sorumluluklarından, işlerinden sıyrılarak ormanda yaşamaya başlayan Doppler aforizmalarıyla kafa da ütülemiyor. Onun olağan hayatı buymuş gibi içime siniyor. Ta ki geride bıraktığı ailesiyle tanışana kadar. Özgür ruhlu, çılgın olarak tanıdığım Doppler bir anda sorumsuz, hayırsız bir aile babası figürüne dönüşüyor gözümde. Yer yer kızarak, yer yer destek vererek ve hayran olarak okuyorum Doppler’in hikayesini. Doppler’e duyduğum güvensizlik hissi, o çadırına girip geyiğiyle beraber huzurla uyuduğunda kayboluyor. Sadece yıldızların ışıldadığı zifiri karanlık gökyüzü altında uyumayalı ne çok zaman geçmiş diye düşündüğümde ise kızgınlığım büsbütün yok oluyor. Doppler ormana yerleşmeye de düştükten sonra sersemlemiş halde gökyüzüne bakarken karar vermişti zaten. O halde onu anlamamak haksızlık olurdu.

İşini ve ailesini geride bırakarak ormanda yaşamını devam ettiren Doppler bir nevi avcı-toplayıcı döneme geri dönüyor tek başına. Babasını avladığı yavru geyiğe kıyamayınca onu evlat ediniyor. En yakın dostu oluyor, yol arkadaşlığı yapıyor Doppler’e geyik Bongo. Bu ismi ona Doppler veriyor.

Sisteme meydan okumuş ve her şeyi arkasında bırakıp sadece yaşamın özüne varacak, doğayla bütünleşecek bir adam profili çiziyordu ki Doppler canı süt istiyor. Ormanda sütü elde edemeyince markete doğru yol alıyor. Yani alışkanlıklarından öyle kolay da vazgeçemiyor. Ama parayla değil takasla ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyor.

Erlend Loe, hepimizin dilinde olan ‘’kaçmak’’ filine dair inceden bir mesaj yolluyor gibi. Yani kaçıp gitmek kurtuluşumuz olmayabilir. Çünkü biz kendimizi, alışkanlıklarımızı da beraberimizde götürüyoruz. Sürekli dert yandığımız şehir, kapitalist sistem ve kalabalıktan kaçabilsekte kurtulabilmemiz öyle pek kolay da değil. Gittiğimiz yere de sistemi bir şekilde götürmeye çalışacağız.
Erlend Loe’de kara mizahla bu sistemin çarklarını döndüren bizleri çok ince bir zekâyla yeriyor. Doppler’in altını çizdiğim her bir satırın, gülerken birebir muhatabı olduğumu da hissettim.

Doppler’in eski hayatını arkasında bırakması mümkün olmuyor pek tabi. Karısı, çocukları, arkadaşları sürekli Doppler’i meşgul ediyor. Aklıma Captain Fantastik filmi geldi sık sık. Tek farkla. Captain Fantastik’te baba Cash, çocuklarını da alıp ormanda yaşamaya başlıyordu. Karısının vefatı sonrası şehre tekrar dönmek zorunda kalıyor ve şehir, karısının ailesi vs. adamı bırakmıyordu. Bir şekilde sistem iki adamı da kendi içine çekiyordu.

Doppler’in vurdumduymazlığı ve pişkinliği toplumdaki baba figürüne ters düşse de ondan nefret edemiyorum. Başarılı olmak kaygısından, sahte insan ve ticaret ilişkilerinden kaçabilmesini cesur buluyorum. Bu yanı daha ağır basıyor. Hiçbir beklentiye girmeden ve bekleneni vermeden, tek amacı ormanda hayatta kalmak olan bu adamı olduğu gibi benimsiyorum en sonunda. Doppler’e hissettiğim bu ikilem, sıkışıp kaldığımız öz benliğimiz ve bize dayatılanlar arasındaki yaşamımızı anımsatıyor.

Norveç edebiyatından okuduğum ilk kitap. Bu detay beni oldukça şaşırtıyor. Çünkü bu ana tema, huzur, dinginlik ve doğayla iç içe yaşam sürüldüğünü bildiğimiz İskandinav ülkelerinin imajından çok uzak geldi bana. Oralarda bile doğaya kaçış fikri var demek ki. İnsanlığın ortak içgüdüsü sanırım.


Son zamanlarda kafamı kurcalayan bir soru var: ‘’Ne tür seviyorsun?’’ Genellikle kitap için sorulan bu soruya net bir cevap asla verememişimdir. Bu durumda beni son zamanlarda rahatsız etmeye başladı. Okuduğum türlere dair yeterince bilgim mi yoktu, yoksa bu detaya dikkat mi etmiyordum? Peki, bu beni neden hiç ilgilendirmemişti?

Roman, öykü ya da şiir olarak türden bahsetmiyorum elbette.  Kurgu mu, aksiyon mu, dram mı ben neyi seviyordum? Aslında bu konuyu irdeleme kararımı genellikle yarım bıraktığım dizilerden sonra verdim. Yeterince konsantre olarak uzun süre bir şey izleyememek ve konuları, replikleri ve diyalogları kaçırmak, filmden, diziden kopmak acaba değil, bayağı ben de bir sorun var diye düşünmemi sağladı. Eğer sevdiğim bir türe yanıt verebilirsem, o tür hakkında dizi filmde rahatlıkla seçebilirdim.

Sonra aklımda ve kalbimde iz bırakan kitapları düşündüm. Ve hemen hemen hepsinin ortak özelliğinin karakterlerinin psikolojik tahlillerini derinlemesine yapan kitaplar olduğunu gördüm. Olay örgüsü, olayın heyecanı beni pek etkilememiş olsa gerek, bahsettiğim kitaplar hep tek kahraman odaklı, onun psikolojik durumunu, hikâyenin başından sonuna kadar onun ruhsal durumunun nasıl değişime uğradığını anlatan eserlerdi.

Sosyolojik özellikler barındıran ve toplumsal gerçekçilik üzerine yazılan kitapları da aynı kefeye koyduktan sonra, okuma sıramda diğer seçeneğin daha yoğun olması üzerine kararım kesinleşmiş oldu.

Psikoloji üzerine dizi ve filmleri aramadan önce uzun süredir beklettiğim ama sürekli elime alıp kurcaladığım kitabı da bu yolculuğuma dâhil ettim: Engin Geçtan – İnsan Olmak. Kendisi çok değerli bir Psikiyatri Profesörüydü. Ne yazık ki geçtiğimiz Şubat ayında kaybettik. Kitabı bitirdiğimde Engin Geçtan hayattayken aldığım kitabı vefatından sonra okumuş olmanın üzüntüsünü de yaşayacaktım.
Kitapla eş zamanlı olarak, kısa bir aramadan sonra reklamları ve fragmanı karşıma çıkan Netflix’in yeni dizisi Maniac’ı izlemeye başladım. Konusu, oyuncuları, mekânlar ve özellikle kahramanlarının bilinçaltında yaptıkları yolculuklarla kalbimi ilk bölümden fethetmeyi başardı.

Hayatlarının en umutsuz ve çıkmaz dönemindeki iki isim, Annie ve Owen. Annie, kız kardeşinin ölümünden dolayı kendini sorumlu tutuyor ve sadece bağımlı olduğu ilaç sayesinde rahatlıyor. Hayattan kopmuş, çevresine yabancılaşmış biri. Owen ise zengin bir ailenin en ilgilenilmeyen, umursanmamış çocuğu ve şizofreni teşhisi konulmuş. Psikolojik rahatsızlığı sebebiyle ailesi tarafından dışlanmış. En küçük kardeşi Jed, ailede Owen’ı en çok hor gören kişi. Owen ise kardeşine tahammül edemese de onun için mahkemede tanıklık yapmak zorunda. İkisinin de odak noktası kardeşleri gibi görülüyor.

Annie ve Owen’ın yolları gönüllü olarak katıldıkları bir klinik deneyinde kesişiyor. Deneyin amacı, A, B ve C olarak isimlendirilen hapların 3 aşamada psikolojik travmaları tedavi etmesini sağlamak. Yani tam Annie ve Owen’a göre. Owen deneye katılmak için yapılan testi sorunsuz geçiyor. Deneyden önce bir şekilde A hapına ulaşan ve ilaca bağımlı olan Annie ise takılıyor ve klinikte çalışan arkadaşını tehdit ederek bir sonraki aşamaya zorla da olsa katılıyor. Çünkü bu ilacı içtiğinde kız kardeşini kaybettiği trafik kazasını rüyasında görebiliyor. Ve amacı sadece bu anı tekrar yaşamak.
Hapları geliştiren doktorun insanların yaşadığı gereksiz ve verimsiz tüm acıları yok etme amacıyla çıktığını söylediği yolda, bir yandan zamanı ve mekânı çözümlemeye, bir yandan Annie ve Owen’ın hayatında neler olup bittiğini anlamaya çalışırken ilk bölüm bitiveriyor.

A,B ve C haplarının vaatleri şöyle: A hapı, kişinin hayatındaki en unutamadığı ve ona acı veren olayı buluyor. B hapı, en karanlık noktalara iner ve beynin savunma mekanizmasına girer. C hapı ise kişiyi acısıyla yüzleştirir ve nihayetinde onu kabullenmesini sağlar. Böylece iyileşme süreci tamamlanır.  
Hapları alan denekler uykuya daldıklarında rüyalarında gerçeküstü olaylar görmeye başlarlar. Annie ve Owen'ın ise bu rüyalarda da yolları kesişir. Bir zaman sonra artık iç içe geçmiş zihinsel dünyalarında, travmalarından kurtulmanın mücadelesini verirler.

Bu zihinsel yolculuk tam bir masal tadında. Bilinçaltında temizlenmesi için görülen tüm rüyalar bizi bambaşka dünyalara konuk ediyor. Bazen 80’lerde, bazen fantastik bir alemde, bazen ise bir soygunun ortasındayız.

Dizi ilk bakışta Annie ve Owen’ın ekseninde dönüyor gibi görünse de özellikle son bölümlerde deneyin ve ilacın mucidi doktorlarında baş edemedikleri ve onaramadıkları ilişkileri ve problemleri açığa çıkıyor.

Tabi tüm süreçte işler takır takır işlemiyor, her şey yolunda gitmiyor. 

Annie ve Owen'ın gerçek dışı hikayelerinde kesişen yolları, gerçek hikayelerinde de arkalarında bıraktıkları her şeye beraber el sallarken birleşiyor. 

Her bölümde bir elimde sert kahve, diğer elimde İnsan Olmak kitabı soluksuz izledim Maniac’ı. Zaman zaman gerçeklik duygusunu yitirip, kendimi akışa kaptırarak masallarına ortak oldum. Şu an Annie ve Owen’ın gerçeküstü hikâyesini özledim bile, tüm işlerimi kenara bırakıp bir oturuşta tüm bölümleri tekrar izleyesim var.


Kitap Önerileri

Öncelikle şunu belirtmeliyim. Kitap alışverişim asla okuma alışkanlığıma göre şekillenmiyor. Bir ay içerisinde karşıma çıkan kitaplardan ilgimi çekenleri alışveriş listeme eklediğim çok oluyor. Yeni bir konu üzerinde araştırmaya yoğunlaştıysam o konu hakkındaki kitaplardan da en az bir tane edinmeye çalışıyorum. Bunun dışında her ay bir kitabını almak üzere tamamladığım setlerde mevcut. Genellikle bir okuma listesine sadık kalabilen bir okuyucu değilim. Hatta böyle bir listem hiç olmadı. Okuma sıram ve listem tamamen doğaçlama oluşuyor. Bir de her kitabın vaktini kendi seçtiğine inananlardanım. İhtiyacım olduğunu hissettiklerinde karşıma çıkıveriyorlar.

Kitap alışverişimi ise internetten ve yaşadığım yerdeki yıllardır gittiğim kitapçıdan yapıyorum. İnternetten alışverişi sadece fiyat yüzünden tercih ediyorum. Kitapçıdan bizzat dokunarak, sayfalarını karıştırarak kitap almayı çok seviyorum, içeri girdiğimde yüzüme çarpan kitap kokusunu ise daha fazla. Kitapçımda fiyatlar internettekiyle neredeyse aynı, hatta çoğu kitap uygun bile olabiliyor. Maalesef her kitabı bulamıyorum ama. Belirli bir zaman diliminde uğramam oraya. Aklıma ne zaman eserse giderim. Bu zamanlar özellikle kendimi en yorgun ve bitkin hissettiğim zamanlar olur. İlaç gibi gelir, sahibesi Özlem Hanım’ın tatlı sesi, miskin kedileri ve sarı sayfalarının kokusuyla Kültür Kitabevi.

Bu ay Kültür Kitabevi’ne uğramadım. Tüm listem İdefix ve Kitapyurdu sitelerinden. Fiyatlarını karşılaştırarak hangi kitabı nereden alacağıma karar veriyorum. Uzun zamandır kitapları hasarsız, çok temiz şekilde ulaştırdığı için Kitapyurdunu tercih ediyordum ama bu ay  İdefix in sepette ekstra indiriminden faydalanmak için oradan daha fazla kitap aldım.

Çoğunlukla set kitaplarına ağırlık vermişim. İşte Ağustos listem,

1.Öz Yaşam Öyküsü 01 - Özüm Çocuktur / Fakir Baykurt

Uzun süredir okumak istediğim bir isimdi Fakir Baykurt. Özellikle Sosyoloji eğitimi sırasında Köy Enstitüleri hakkında çok fazla okuma ve araştırma yapıyordum. Türkiye için eşsiz bir kurum olan Köy Enstitüleri ne yazık ki yıllar önce kapatıldı. İçimden bir ah çeksem de, hayır değinmek istediğim bu değil. İşte bu okumalar sırasında rastlamıştım Fakir Baykurt ismine. Kendisi bu kurumların hem bir öğrencisi hem öğretmeni.

Çocukluğu yoksulluk içinde geçti. Evlerinde tek bir kitap bile yoktu ama O çok ünlü bir öğretmen, eserleri sinemaya ve tiyatroya aktarılan, yabancı dillere çevrilen bir yazar oldu. Öz Yaşam Öyküsü, bir öğretmen ve yazarın ömrü boyunca nasıl çalıştığının ve savaştığının hikayesi. Toplam sekiz kitaptan oluşuyor, ilki Özüm Çocuktur.

Gönen Köy Enstitülerinden çıkan o çocuk ömrü boyunca aydınlığa ulaşmak ve ulaştırmak için uğraşmıştır. O çocuğa ilk ışık tutan ise annesidir. Fakir Baykurt’u bir çoğumuz gibi ben de annesiyle olan o anısını okurken tanıdım. Öğretmenlik yapan Fakir Baykurt’u bir gün annesi sınıfında ziyaret eder. Baykurt annesinin ders izlemeye geldiği günü şöyle anlatır: ‘’Sınıfta estim, gürledim.’’ Ders biter, anne oğul dışarı çıkarlar. Dayanamaz, ‘’ Anacığım, beğendin mi öğretmenliğimi’’ Anası: ‘’Eh işte, fena değil’’ der. Fakir Baykurt şaşırır, birazda içerlemiş olsa gerek, ’’müfettişler geliyor, pekiyi veriyor. Sen fena değil diyorsun, nasıl oluyor?’’ diye sorar. Annesinin son sözü şöyle, ‘’Ben sana kızsaydım, dövseydim, içindeki aslan küserdi, o aslan ölürdü. Böyle öğretmen falan olamazdın. Şimdi sen de benim yaptığımı yap ve sakin ol. Dayak atıp bu çocukların içlerindeki aslanı sakın öldürme...’’

İlk sayfasını açıp okudum az önce, ‘’Fakir Baykurt Anadolu uyanışının yazarıydı.’’ Deniliyor. Özüm Çocuktur’da, 1929 yılından başlayıp, Köy Enstitülü olduğu döneme kadar geçen zamanı anlatıyor. Anadolu’nun bağrında açan bir çiçek gibi yetişen bu delikanlının hayatından çok şey öğreneceğim. Literatür Yayınevinden çıkan bu kitabı okumak ve tüm seriyi tamamlamak için sabırsızlanıyorum.

2.Gazoz Ağacı ve Diğer Öyküler / Sabahattin Kudret Aksal

Eylül ayından itibaren Sait Faik Abasıyanık kitaplarını tekrar okumaya başlayacağım. Tüm kitapları var. Sait Faik’in hikayelerini bitirdikten sonra ise Onun adına verilen hikaye armağanı kazanmış kitapları sırasıyla okumak istiyorum. Ödül, Sait Faik’in annesi Makbule Hanım’ın çabalarıyla ilk kez  1955 yılında verilmiş. Onun vefatından sonra, 1964 yılından itibaren ise Darüşşafaka Cemiyeti tarafından sürdürülüyor. Annesinin vasiyetinde yazarın tüm eserlerinin telif hakkı da Darüşşafaka Cemiyeti’ne bırakılmış.

Sabahattin Kudret Aksal’ın Gazoz Ağacı hikayesi 1955 yılında verilen Sait Faik Hikaye Armağı’nın ilk sahibi. Ama bu unvanı On İkiye Bir Var hikayesiyle ödüle sahip olan Haldun Taner ile beraber paylaşıyor. Haldun Taner’in hikayesini ise geçen ayki kitap alışverişimde edinmiştim.

Sabahattin Kudret Aksal ödül yönünden oldukça zengin bir yazar. Öykülerinden Yaralı Hayvan ile 1957 yılında Türk Dil Kurumu Sanat Armağanı’nı, 1985 yılında Vav’lar öyküsüyle ENKA ödülünü kazanıyor. Bu açıdan hayli merak uyandırıcı bir yazar.

Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan bu kitapta Aksal’ın Gazoz Ağacı ile beraber 35 öyküsü bulunuyor. Bir süredir öykü kitabı okumadığım için biraz gözümü korkutuyor. En derinlikli edebi tür olması bunda en büyük etken. Okunması, bundan ziyade anlaşılması ve analiz edilmesi en zor yapıtlar, öykülerdir benim açımdan. Birkaç sayfaya sığdırılmış bir ömrün kesitinde anlam aramak ve mesajına ulaşmak, karmaşık yollardan geçmek sadece bir edebi okurluk değil, zorlu bir matematik sorusunu çözmek gibi gelir bana aynı zamanda. Dahice!

Gazoz Ağacı biraz uzunca bekleyecek gibi. Olsun, ismine yaraşır şekilde okunmak için bekleyecek. Buna değer.

3. Binbir Gece Masalları 

Yüzyıllardır süregelen bir yolculuk Binbir Gece Masalları. Alim Şerif Onaran’ın çevirisiyle, Yapı kredi Yayınları’ndan çıkan bu ölümsüz ve zamansız eser toplamda 4 ciltten oluşuyor, her bir ciltte iki kitaptan. Daha önce ilk iki cildin dört kitabını aldım. Bu da 3.cildin ilk kitabı. Geriye üç kitabı kaldı. Yine çok sabırsızlandığım ama hakkını vererek okumak istediğim bir seri.

Sayısız dillere çevrildi, bir çok sanatçıya, okura ilham verdi. Geçmişte, günümüzde ve gelecekte yeri her daim özel, benzerine az rastlanır bir eser. Dilerim, kalbime ilhamını serpmekte cömert olacak.

4.Huzursuzluğun Kitabı / Fernando Pessoa

Uzun süredir çok merak ettiğim bir başka kitapta Pessoa’nın Huzursuzluğun Kitabı adlı eseri. İsmi çok vurucu. Sadece ismini bir kere duymuş olmak ömür boyu onu hatırlamak için geçerli bir sebep. Çünkü Pessoa’nın anlatmak istediği, benim, senin, bizim, hepimizin ömründe bir kez olsun içine düştüğü çıkmaz. Huzursuzluğun Kitabı.

Yazar olmanın hayalini hiçbir zaman kurmamışımdır ama yazılarımın altında yazacak ismin hayalini hep kurmuşumdur. Romain Gary’nin bir yazara sadece bir defa verilen Goncourt Ödülü’nü, Emile Ajar takma ismiyle yazdığı Onca Yoksulluk Varken adlı kitabıyla ikinci kez aldığını öğrendiğim günden beri bunu düşlüyorum. Murathan Mungan’ın hayattaki en çok yapmak istediği şey miydi, yoksa en büyük pişmanlığı mıydı? Hatırlayamıyorum. Sorulan bir soruya ‘’ Keşke eserlerimi başka isimle yayınlasaydım, kendi ismimle değil.’’ Diye yanıt verişi de hala aklımda.
Pessoa da bizimle aynı fikirde. O da şiirlerinin, yazılarının altına başka isimler yazmış. Bazı yazarlarla aynı düşte olmak ne kadar büyüleyici. Bu yönü bile kitabını ne kadar çok seveceğimin habercisi.

Huzursuzluğun Kitabı’nda beni tek hayal kırıklığına uğratan şey kapağı oldu. Can Yayınları’nın klasik beyaz kapağını bekliyordum, maalesef kapakta iri puntolu Pessoa yazısının üstünde yürüyen adamların olduğu mavi kapaklı kitap geldi. Diğer sitedeki fotoğrafında sırf bu kapak var diye daha pahalı olan siteden sipariş vermiştim. Sonuç yine aynı kapak, elime aldığımda hiç benimseyemedim. Ne saçma bir huy, farkındayım. Ama kitabı elime ilk aldığımda verdiği hissiyatı çok önemsiyorum.

Modern çağ insanının gerçekliğin peşinde nereye varacağının ya da varamayacağının hikayesi. Sanki varoluşçuluğa da göz kırpıyor gibi.

5.Kurt Kanunu / Kemal Tahir

Yine uzun zamandır tüm kitaplarını tamamlamaya çalıştığım bir yazar. Şu ana kadar Orhan Kemal ile beraber en çok kitabını edindiğim kişidir Kemal Tahir. Selim İleri’nin tabir ettiği ‘Üç Kemaller Dönemi’ne ait derinlemesine bir okuma yapmak için hazırlık aşamasındayım. Orhan Kemal, Yaşar Kemal ve Kemal Tahir hakkında araştırmalar okuyorum. Yaşadıkları dönemi ve şartlarını anlamaya çalışıyorum. Çünkü bu üç isimde kalemlerinin mürekkebini hep yaşadıkları coğrafyadan almışlardı. Acılarını, yoksulluklarını ve halkı anlatmışlardı. 1960 ve 70’li yılları yalın, olduğu gibi bu üç  Kemal bizlere aktarmıştı. Onların kitaplarındaki vatan Anadolu’nun, karakterleri Anadolu insanının ta kendisiydi.

Kurt Kanunu’nu Kemal Tahir’in Esir Şehir Üçlemesi serisinin devamı niteliğinde bir kitap olarak yorumlayanlar var. Üç kitaptan bağımsız fakat üçlemenin son kitabı Yol Ayrımı’nda kaybetmeye başladığı umudunun bu kitapta artık tamamen önemini yitirmesinden dolayı aralarında sıkı bir bağ olduğu konusunda hem fikir görüş çok fazla.

İsminden çetin bir mücadelenin sinyalini veriyor Kurt Kanunu. İthaki Yayınları’ndan çıkan Kemal Tahir eserlerini layıkıyla okuyup analiz etmek için yine oldukça sabırsızım.

6.Unutulmuş Öyküler / Orhan Kemal

Sadece Üç Kemaller içinde değil son zamanlarda tüm yazarlar arasında beni en çok heyecanlandıran yazar Orhan Kemal’dir. Kitaplarının bir çoğunu aldım sanıyorum. Bu alışverişimde temin ettiğim kitap Unutulmuş Öyküler adlı eser oldu.

Orhan Kemal’in 1941-1967 yılları arasında çeşitli gazete ve dergilerde yazdığı öyküleri en küçük oğlu Işık Öğütçü tarafından bu kitapta derlendi. Işık Öğütçü, babasının hatırasını yaşatmak için harika işler yapıyor. Orhan Kemal adında bir internet sayfası var. Babası için yapılan eleştiriler ve röportajların olduğu Zamana Karşı Orhan Kemal adında bir kitabı bulunuyor. Zamana karşı, Orhan Kemal’in unutulmaması için tüm gücüyle çabalıyor. Seminerler, söyleşiler, anma programları vs. her yerde babasının anısını yaşatıyor, Orhan Kemal’i anlatıyor, Onu sevdiriyor.

Gerçek adı Mehmet Raşit Öğütçü olan yazarın hayatı hakkında büyük bir merakla bilgi edinmeye devam ediyorum. Zamanında çok eleştirilmiş Orhan Kemal. Beni en hayrete düşüreni ise, Arka Sokak kitabında hep yoksul insanları, işçileri ve kötü yaşamları anlattığı gerekçesiyle yargılandığı davada yargıcın ‘’ Konularını neden hep fakir fukaradan, işçilerden aldığını; Türkiye’de varlıklı insanların, iyi yaşamların olup olmadığını’’ sorması. Orhan Kemal’in cevabı şöyledir: ‘’Ben gerçekçi bir yazarım. En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından haberim yok’’ der. Böyle kıymetli bir adamı tam manasıyla tanımak ve okumak benim için en özel okumalarımdan bir olacak. Böyle kıymetli bir adamın çocuğu olmak, özlemek nasıl bir duygudur, bunu ifade edebilecek kelimelerim de yok. Okumak bu kadar özelse, yaşamak çok farklı olmalı.

Orhan Kemal’i anlatmaya bu satırların yetmesinin imkanı yok. Everest Keşif serisinden çıkan Unutulmuş Öyküleri, İkbal Kahvesi’nde çayımı yudumlarken tekrar anımsayacağım. Bizi anlatan öykülerini, zamana karşı unutulmuş olmaması için heybemde saklayacağım.

7.Ağaçların Özel Hayatı / Alejandro Zambra

Kitap alışverişimde kolay okunabilir, ince bir kitap almaya da çalışıyorum mutlaka. Hem okuma hızım düştüğünde hem de kitap seçmekte zorlandığım dönemde bu tarz kitapları okuyorum. Karar vermekte hiç zorlanmıyorum, vaktim boşa gitmiyor. Bu tür okumalar için aldığım kitaplar işimi oldukça kolaylaştırıyor, bu dönemlerime ilaç gibi geliyorlar.

Notos Kitaptan çıkan Ağaçların Özel Hayatı sadece 99 sayfa. İsmi oldukça ilgi çekici. Özellikle Yürüyen Köşk’ü ziyaretimden sonra düşkün olduğum ağaç konusunda daha fazla hassasım. Bakalım hikayenin içinde gerçekten etkili bir unsur mu ağaçlar? Konusu da bir hayli ilginç görünüyor. Küçük bir çocuğu uyutmak için anlatılan doğaçlama hikayeler ansızın gerçek bir hayata dönüşüveriyor. Yazarı Şili’de doğup, İspanyol edebiyatı okumuş. Kitapta  İspanyolcadan dilimizi çevrilmiş. Özellikle son dönemde ülkemizde İspanyol dili, edebiyatı ve sinemasına yönelen ilgiyi düşünürsek, kitap dikkat çekmeye devam edecektir.

8.Minimalizm Anlamlı Bir Yaşam

Minimalizm – Önemli Şeyler Hakkında Bir Belgesel’i izledikten sonra hayatımda uygulamak için inanılmaz bir istek duymuştum. Yaşamıma uyguladığım kadarı bile beni zihin olarak çok rahatlattı ve fazlalıklardan arınmak kendimi çok iyi hissettirdi. Hala Joshua ve Ryan’ın bahsettiği yolun çok başındayım. Ama neye ihtiyacım olduğu konusunda artık kesin cevaplarım var. Dahası buna ihtiyacım yok diyebilmek, büyük özgürlük.

Belgeseli çevreme tavsiye etmeye devam ediyorum. Bu arada kendimi de sürekli süzgeçten geçiriyorum. Tüketim odaklı yaşamaktan ne kadar uzaklaşabiliyorum. İsraftan ne kadar kaçabiliyorum. Bir vicdan muhasebesini de beraberinde getirdi, sorguluyor ve eleştiriyorum.

Belgeseli izledikten sonra Joshua ve Ryan’ın bir de kitabı olduğunu öğrendiğimde hiç düşünmedim. Okumak için de fazla düşünmeyeceğim. Sıradaki kitabım Eksik Parça Yayınevinden çıkan Minimalizm – Anlamlı Bir Yaşam olacak.

9.İstanbul’u Geziyorum Gözlerim Açık! / Haldun Hürel

Eylül ayından itibaren belirlediğim hedeflerden biri de İstanbul’u okuyarak, araştırarak, tarihini öğrenerek en baştan tekrar gezmek. Her sokağının hikayesini dinlemek en büyük arzularımdan şu aralar. Nereden başlayacağım konusunda hala bir sürü soru var kafamda ama şunun yanıtını çok iyi verebiliyorum: ‘’On yıl sonra kendini nerede görüyorsun?’’

Cevabım, İstanbul’u tarihiyle, kültürüyle, değerleriyle, hazineleriyle doyasıya yaşamış olmak istiyorum! İstanbul’u görmek, tanımak, bilmek istiyorum ben.
Çok zorlu, uzun bir yol olacak. Hayır, sokaklarını arşınlamak beni telaşlandırmıyor, yorulmakta gözümü korkutmuyor. Sadece kahrolacağım, biliyorum. İstanbul’u hoyratça zedeleyenler canımı yakacak. İstanbul’a da kızacağım arada, neden bu kadar cömertsin diye soracağım.

Şu an elimde bir kitap var. Yazarların İstanbul’u. İçinde İlber Ortaylı’dan Sunay Akın’a, Ara Güler’den Aydın Boysan’a kadar bir çok ismin İstanbul hakkındaki sorulara verdikleri yanıtlar var. Benim için oldukça özel bir kitap oldu. Okurken kaç kere ah çektim bilmiyorum. Bildiğim tek şey var, onların yerinde olsam kahrolurdum. Ama Onların İstanbul’unu yaşamak ister miydim, bunun cevabı da kesinlikle  evet olurdu.

Kitabı okurken tekrar anladım ki, İstanbul’u zaten kendine dert edinen biri, bu yolculuktan sağlam çıkamaz. Üzüleceğim, göze aldım.

Ahmet Ümit ve Sunay Akın kitapta bir isimden bahsediyor: Haldun Hürel. Kendisini bu sayede tanıdım. Gerçek bir İstanbul aşığı, İstanbul’un arkadaşı. Ve artık benim idolüm sayılır.

İstanbul hakkında mükemmel kitapları var. Bir İstanbul Kültür Kitabı isminde bir serisi bulunuyor. Kapı Yayınevinden çıkan İstanbul’u Geziyorum Gözlerim Açık bu serinin ilk kitabı. Benim için ansiklopedik değerde.

İstanbul ile arkadaş olmaya çalışırken en güvenilir kaynağım ve yoldaşım olacak.

Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

About Me


I could look back at my life and get a good story out of it. It's a picture of somebody trying to figure things out. Great things in business are never done by one person. They’re done by a team of people.

Popular Posts

  • İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi
  • Geceye Övgüler – Novalis
  • Cesur Yeni Dünya – Aldous Huxley

Advertisement

Designed By OddThemes | Distributed By Blogger Templates