Yaz aylarından beri bir şanssızlık var üzerimde. Yaptığım
planları bir türlü gerçekleştiremedim. Aksilikleri, aksamaları vardır bir hayır
diye ardımda bırakayım derken, yapabileceğim şeyleri de yapacak hevesim
kalmamış. İstanbul’u göz ardı etmiş olduğumun sıkıntısı da iyice çöreklenmişti
içime. Bir gün bu şehirden gitmek zorunda kalırsam yürüyemediğim sokaklarında
kalacaktı aklım biliyordum. Korkusu yokluyor arada kalbimi.
Geçen günleri, bozulan planları geri getiremeyeceğim malum. O
zaman karar vermeyi bırakmalı bir kenara ve yola koyulmalı. Cumartesi sabahına uyandığımda
üst üste yığılan ‘yapalım’ lara kulak asmadım. Griydi cumartesi, aldırmadım.
Bir şeye başlamadan devamı gelmeyecekti. İlk nereden
başlayacağımı bilemediğimden uzun süre başlayamadığım şeylerle dolu hayatım. O
yüzden Neresi? Nereye? Sorularına da
kulak tıkadım. Neresi olursa, ilk aklıma neresi gelirse. Birkaç seçenek vardı
aklımda. Hızlıca eledim ve bize her zaman şefkatli olan Gülhane’de takıldı aklım
yine. İçerisindeki müze harika bir seçenekti. Seçeneği belirlediğimde
kapıdaydım bile. Böylece ‘’İstanbul’un tüm müzelerini gezelim’’ maddesinin ilk
adımını da atmıştım.
İstanbul yine sabah sakinliğinde vazgeçilmez yüzünü
gösteriyordu. Sokağa çıkar çıkmaz ilk nefes alışınızda anlarsınız bu hissi. İstanbul size küçük şeylerle nasıl mutlu
olabileceğinizi de öğretir. İyi bir öğretmendir. Hafta içi iş yoğunluğunda
bunaldığınız otobüsü bomboş karşınıza çıkararak, gününüzü güzelleştirebilir. Rahat
bir yolculuk güzel bir günün ilk habercisidir. Otobüs, Millet Caddesi’nde
ilerlerken aklıma yine yok edilen tarihi eserler geliyor. Her defasında gelir
ve aynı öfkeyle kalbimi titretir. Neyse ki yol açık hızlıca geçip gidiyor
otobüs.
Karaköy’de iniyorum. Madem İstanbul’la baş başayım o halde
Galata Köprüsü’ne selam vermeden devam edilmez yola. Oltalarını köprüden aşağı
sallayan adamların, hayallerini atıp umutlarını çektiği hissi yakalıyor beni,
yeniden. Sait Faik’in satırlarında dolaşıyormuşum gibi hissederim bunu düşündüğümde.
Her gün Sait Faik’in hikâyeleri tekrar tekrar yaşanır İstanbul’un orta yerinde.
Galata Köprüsü’nden başlayıp tramvay yolunu takip ederek
yürüyorum. Sirkeci Garı’nın tarihinin, tramvayın seslerinin, İstanbul’un
yaşayan anılarının arasından uzanıp Gülhane Parkı’nın kapısına ulaşıyorum. Hiç
aceleci değil adımlarım, kendime hayret ediyorum. Giriş kapısında eski günlere
bir simit ısmarlıyorum. Eskiler şimdi, yere düşmüş yapraklarla aynı renklerde. Sonbahara
da kavuşuyorum son günlerinde. Gri gökyüzüne
inat yeryüzü aydınlık. Müsebbibi yaprakların üzerinden geçerek müzeye
yaklaşıyorum.
Sağ tarafta bir mezar gözüme çarpıyor. Daha önce fark
etmemişim. Burada olduğundan beri hiç mi gelmedim? Görmeden geçmiş gitmiş
olabilir miydim yanından? Hani Gülhane’de ağaç eksilse bilecektim? Koca bir
çınar dikilmiş, habersizmişim. İyice yaklaştım, Prof. Dr. Fuat Sezgin yazıyor
mezar taşında. Büyük emek verdiği müzenin yanı başında köklerini salmış
toprağa.
Müzenin önünde dev bir yerküre karşılıyor beni. Abbasi Halifesi
El-Memun’un 9.yy da yaptırdığı bir dünya haritasıymış bu. Bahçesinde ise
Avrupa’da Avicenna olarak anılan İbni Sina’nın meşhur eseri el-Kanun fi’t Tıbb
isimli kitabında bahsi geçen bazı bitkiler var.
İçeri girdiğimde manevi bir nefes alıyorum. Binlerce yıllık
geçmiş uzanıyor önümde. Adımlarımı ilk kez hızlandırıp üst kata çıkıyor ve
tarihte yolculuğuma başlıyorum.
İslam kültür ve medeniyetinde çok önemli bir yer olan
Astronomi ’ye ait bölüm karşılıyor beni. Saat Teknolojisi, Savaş Teknolojisi,
Denizcilik ve Tıp Bölümleri artarda sıralanmış. Bir bölümün sonundaki kapıdan başka
bir dünyaya giriyorum. Daha bir bölümdeyken diğer bölümün merakı sarıveriyor.
Yapı, Osmanlı Dönemi’nde padişahın ve yakın hizmetindekilerin atlarının
bulunduğu ahırmış.
Tarihi, duvarlarına sindirmiş yani. Böyle bir yerde böyle
bir yolculuğa çıkmak daha anlamlı bir hale bürünüyor. Bir aralık ufacık hole
benzer alandaki pencereye yaklaşıyorum. Sızan ışık yüzümü bile aydınlatmaya
yetmiyor. Yine de Gülhane’nin kim bilir ne zamanlarına tanıklık etmiş diyerek
ağaçlara ve kuşlara bir de buradan bakıyorum.
Pencerenin önünde duran sandalyeye biraz oturup gördüklerimi
düşünmeye çalışıyorum. O sırada gözüm müzenin içindeki diğer insanlara
takılıyor. Odaların iki duvarının önüne koyulmuş camekânlar arasında hızlı
hızlı gelip gidenler, odalara bir telaş girip çıkanlar, eserlerin açıklamasını
okumak yerine etrafındaki kişilere sorup ne olduğunu anlamaya çalışanlar… Aynı
anlamsızlığı alt kata indiğimde öğrencilerin Matematik, Fizik, Kimya
alanlarıyla alakalı çalışmalardan koşarak uzaklaşmalarına tanık olduğumda bir
kere daha yaşayacaktım. Okumuyoruz, araştırmıyoruz kalıplarına bir yenisini
daha ekleyecektim o gün, biz müze gezmeyi de bilmiyoruz. Dolayısıyla tarihi de.
Tüm bilimsel ve teknolojik gelişmelerin, hatta insanlığın gelişiminin temel
dürtüsünün merak duygusu olduğu öğretilirdi. Bu dürtünün insanları harekete
geçirmekte ilk etken olduğu söylenirdi. Şimdilerde insanlara bu küçük yerde
bile dikkatlice bakınca bu dürtüyü de tüketim açlığının yuttuğunu
görebiliyorum. Ne gerek var bilmeye, incelemeye ya da araştırmaya. İstediğimiz
anda istediğimiz şeye ulaşırız nasılsa. Peki, biz neyi merak ediyoruz? Magazin!
Merakımız magazinsel boyuttan bir adım ileri gidemiyor ne yazık ki. Her şeyi
çok iyi biliyoruz da, nasıl bileceğimizi, aslında neyi bilmemiz gerektiğini asla
bilmiyoruz. Aynı gün bir başka müzeyi daha ziyaret ettim. O gün gittiğim diğer
müzede anlatmaya çabaladığım şeyin fotoğrafını zihnime çekecektim. Uzak Doğulu
bir Turistin tüm eserlerin altındaki açıklamaları uzun uzun okuduğunu
gördüğümde önce insanların, sonra toplumların neyden neye dönüştüklerine bir
kere daha şahit olacaktım. Ve benim yerime cevabı o verecekti.
Müzede birçok eser, hatta tamamı kaynak kitaplara
dayandırılarak benzerine uygun şekilde müze için tasarlanmış. Sanırım üzüntümü
tekrar yaşamadan bitiremeyeceğim ben bu yazıyı, dahası tekrar tekrar
rastlayacağım ona. Yine yaşadığım tanıdık bir his yalnız bırakmıyor beni. Kulağıma
fısıldayıp duruyor. Eserlerin tamamı kitaplara göre birebir kopya edilerek
yeniden yapılmış. Çünkü çoğu eserin asılları Avrupa’da. Burada ki ve dünyada ki
birçok Doğu medeniyetlerinin bıraktığı eserlerin olduğu gibi. Bu duruma
şaşırmadım, zaten çok yakından bildiğimiz bir gerçek. Sahip olduğumuz tüm
değerleri, bilginlikleri nasıl böyle savurduğumuzu görmek, tekrar yüzüme
çarpması kurtulabileceğim bir duygu değil. İslam coğrafyalarının bugün olduğu
noktada taşıdığı misyonu ve dünyadaki itibarını düşündüğümüzde sanırım aynı
hissetmememiz olanaksız.
Bugünkü bilimsel ve teknolojik çalışmaların temelini
oluşturan ilk çalışmaların neredeyse çoğunun İslam Medeniyetlerinde atıldığını,
fen bilimlerinde kullanılan birçok modelin ve yöntemin Avrupa’da ve dünyada
asırlar sonra kullanılmaya başlandığını okuyorum hemen hemen tüm bilgilerde. Gurur
duygumun ötesine geçen duyguyu artık çok iyi biliyorsunuz. Günümüz
teknolojisiyle bile hayal olan gökyüzü bilimine dair yapılan çalışmalar,
incelemeler ve icat edilen aletlere hayranlık duyarak bu bölümü bitiriyorum. Dönemin
fen ilimleriyle uğraşan büyük beyinlerinin Kuran’ı Kerim’in gerçek ilminin
peşinden gittiğinin bilincine ve gerçek İslam ilminin ne demek olduğunun
farkına vararak.
Bütün bölümleri aynı hislerle, aynı duygu yoğunluğuyla
gezdim. Astronomi bölümünde ölçüm aletlerini, saat teknolojisinde su saatlerini,
coğrafyada dünyanın en uzun yol kat etmiş seyyahını, denizcilikte pusulayı,
tıpta kullanılan aletleri şaşkınlıkla ve hayal gücümü zorlayarak inceledim.
Aklımın sınırlarını da aynı şekilde zorlayarak.
El Cezeri’den İbni Sina’ya, Abbasî Halifesi El-Memun’dan
Takıyeddin’e kadar birçok önemli bilim adamının buluş ve icatlarına ve bağlı
oldukları uygarlıklarına dair eşsiz bir keşifti benim için. 700'den fazla eserin sergilendiği müzenin koleksiyonuna her yıl yeni eserler eklenmeye devam ediyormuş. Kurulan
rasathanelerden geriye ise neredeyse hiçbir yapının ayakta kalmadığını görmek
ise yine aynı üzüntüye sebep.
Yoğun hislerim arasında gözden kaçırdığım bir şeyler var mı
diye bölümleri bitirdiğimde yarı yorgun yarı şaşkın dinlendiğim yerde müzeyi
tekrar zihnimden geçirmeye çabalıyorum. Tüm vurdumduymazlığımızı ve İslam
coğrafyaları olarak geldiğimiz noktanın sorumluluğunu ‘’batı’’ ya yüklemek gibi
bir çıkarım mı yapmıştım? Avrupalı Oryantalistlerin çokluğu gözümden
kaçmamıştı. Bu konuda yeterli bilgim olmadığı için araştırma yapmalıydım. Okuduğum
tüm yazılarda batılı oryantalistlerin ‘’şark’’ tanımının çokta iç açıcı
olmadığını görmek şaşırtıcı değildi. Oryantalistlerin bakış açısının ne kadar
sığ ve dar olduğu, Doğuyu sadece belirli kalıplar içinde tanımlama gayreti de
öyle. Bu konuda çok ikilemde kaldım, sanırım ilk edindiğim bilgiler çok
yüzeysel. Çünkü müzede her bölümde birkaç oryantalistten bahsediliyor mutlaka. Müzenin
ruhuna ve amacına ters bir düşünce yapıları var. Birçok cevabını bekleyen soru
ekliyorum bugünün yanına. Fuat Sezgin Oryantalizme karşı çıkmamış mıydı acaba?
Ya da Oryantalistlerden bahsederek açıkça bir meydan okuma mı sergiliyordu? Müzede
bahsi geçen oryantalistler mevcut görüşün aksini mi savunuyorlardı? Belki de
büyük bilim adamı olmanın tüm görüşlere açık olmak gerektiğinin mesajını
veriyordu. Ve görüşlere gerçeklerle cevap veriyordu. Kendisi yurt dışında uzun
yıllar çalışmalar yaptığı için o havayı bizzat solumuş, hepsinin
aynı dar görüşte olmadığına da tanık olmuş olabilir mi? Bunların bir
geçerliliği yok tabi, bunlar sadece benim kafamın içine doluşan soru yığınları
şimdilerde. Bugünün yanına dev bir soru işareti çiziyorum, sorularımı cevapsız
bırakmamak adına.
Ben bu sorularla boğuşurken biraz olsun yanıt bulabildiğim
cevabı Fuat Sezgin’in kitabından bir sayfayı benimle paylaşan arkadaşım Nur
veriyor. Fuat Sezgin, ‘’Frankfurt’taki
çalışmalarımda öğrendim ki Müslümanlar dünyayla güneş arasındaki en kısa
mesafenin en uzak noktasının yıllık ne kadar değiştiğini saniyelerle
hesaplamışlar. Yine Biruni dört mevsimin süresini tutuyor.’’ Diyor. Öncesinde ilkokul yıllarında öğretmeninin
‘’Müslüman âlimler dünyanın öküzün boynuzunda olduğuna inanıyorlar.’’ Dediğini
yazıyor.
Eserlerin orijinallerinin çoğunun Avrupa’da olduğunu görmek
elbette çok üzücü ama tüm bu çalışmaları adım adım derleyip toplayarak tek çatı
altında bizlerle buluşması da bir o kadar gurur ve ilham verici. Müzeden
çıktığımda müzenin kurucusu ve İslam kültür, medeniyetini ve tarihinin tanıtılması,
anlatılması için ömrünü bu uğurda harcamış Prof.Dr. Fuat Sezgin ‘in mezarına bu
defa çok daha anlamlı ve idrak ederek bakıyordum. Önümüzdeki sene Fuat Sezgin
2019 yılı ilan edilmiş, dilerim daha fazla kişi onu tanıma fırsatı bulur ve
müzede, Fuat Sezgin ve yaktığı ışıkta daha çok insanı aydınlatır. İslam’ı karanlık
beyinlerin elinden kurtarmak, gençlerin yolunu bilim ile aydınlatmak, geçmişten
geleceğe bir köprü kurmak için buna ihtiyacımız var.
Fuat Sezgin’in tüm gayesinin batı medeniyetlerinin İslam medeniyetlerine
çok şey borçlu olduğunu gözler önüne sermek olduğunu ise müze ziyaretinde
sonraki günlerde İslam Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı’nın internet sitesinde şu
sözleriyle karşılaştığımda ancak tam manasıyla idrak edebiliyorum:
‘’Amacım, İslam topluluğuna mensup insanlara İslam
Bilimlerinin gerçeğini tanıtmak, benlik duygularını olumsuz etkileyen yanlış
yargılardan onları kurtarmak ve ferdin yaratıcılığına olan inancını onlara
kazandırmaktır.’’
El Memun
Fuat Sezgin
Gülhane
İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi
İstanbul'un Müzeleri
Müze
Ver Elini İstanbul
2 yorum oku / yaz
Oryantelistlerle ilgili olan kısma çok güzel değinmişsin. Tüm yazıyı ilgiyle okudum, çok güzeldi. ❤
YanıtlaSilTeşekkür ederim😘❤
Sil