Gamzegraf
  • Home
  • Download
  • Social
  • Features
    • Lifestyle
    • Sports Group
      • Category 1
      • Category 2
      • Category 3
      • Category 4
      • Category 5
    • Sub Menu 3
    • Sub Menu 4
  • Contact Us
Şeker Belgesel


Sanırım insan bir şeye karar verdiğinde diğer her şey hızla onun yörüngesine girmeye başlıyor. Minimalizm belgeselini izledikten sonra hayatımda köklü bir değişikliğe gitme kararı almış, benim için vazgeçmesi zor onlarca eşyayla vedalaşmıştım. Hayatımı sorguladığım bir dönemdeyim. Bilinçaltımın fısıldadıklarına kulak tıkamakta zorlansamda bazı zamanlar, kendimden beklemediğim bir şekilde sadeleşme fikrine uyum sağladım. Aklımı ve kalbimi hayatımın rehberi yapmaya hala uğraşıyorum. Biliyorum, bu öyle kolay bir yol değil. Çok daha fazla zamana ihtiyacım var.

Blogla beraber belki daha öncesi de olabilir, zaten cümlelerimi ve kelimelerimi azaltmaya karar vermiştim. Dilde tasarruf ilkesi. Cümle içerisinde hiçbir görevi tamamlamayan ama dilimizin hep gittiği bazı sözcüklerden kurtulmak çokta kolay değil. Yazıya uygulamakta çok başarılı mıyım, hala üzerinde çalışıyorum.

Fakat bir diğeri var ki, onda nispeten daha başarılı gibiyim. O da herkesle muhabbet edilmeyeceği, herkese bir şeyler anlatmaya çabalamanın gereksiz külfeti. Herkesin bir değer yargısı var ve herkesin doğrusu kendine. Bunu fark etmem çok daha uzun zamanımı aldı diyebilirim. Ama başarmaya başladıkça hafifledim. Hayatıma kullanabileceğim kadar eşya ve katlanabileceğim kadar insan alıyorum artık. Ya da şöyle demeliyim, ihtiyacım kadar eşya, değer verebileceğim ve değer görebileceğim kadar insan olsun istiyorum.

Aslında minimalizm belgeselini yazarken değinmek istediğim konulardı bunlar. Lafı oraya getirememişim, yazıyı tamamladıktan sonra keşke şunu da yazsaydım, keşke bunu da ekleseydim dediğim konular hayli fazla. Onları da artık kitabını okuyup bitirdikten sonra paylaşacağım.

Değinmek istediğim bir başka konu var ki, belki en önemlisi. Evet, ihtiyacımı görecek kadar eşya, cümlelerime ifade etmeye yetecek kadar kelime ve samimiyetle değer verip değer görebileceğim kadar insan bıraktım diyelim hayatımda. Peki, bitti mi?

Hayır.

En önemlisi, beslenme. Bunun için de uzun zamandır planladığım ama asla başaramadığım bir hikâyem var. Kız kardeşimle birlikte her hafta bir sağlıklı beslenme listesi hazırlıyor ama asla uymuyorduk. Geçiştirilen öğünler,  gece vakti cips ve abur cuburlar, donmuş gıdalar. Öyle ki çocukluğumuzdan beri soframızdan eksik olmayan yeşillikleri bile haftada bir yer olmuştuk ve aramıyorduk. Dışarıda yemek yemeye çok alışmıştık ve üstelik bunun geçmişi hatırlayabileceğimiz kadar yakın zaman önceydi. Buna rağmen kontrol edemiyorduk kendimizi.  

Yazımın başında belirttiğim gibi bir şeyler isteyince diğer şeylerde bir şekilde sizi hiç yormadan karşınıza çıkıveriyor. Ağız ucuyla değil, tüm kalple istemekten bahsediyorum. Minimalizm belgeseli hakkında yazılan birkaç yazıyı okurken denk geldim That Sugar Film belgeseline. Bu belgeseli de beslenme alışkanlıklarımızın üzerine minimalist bir yaklaşım olarak yorumlamıştı bir blog yazarı. Bakış açısını çok sevdim ve hemen listeme ekledim That Sugar Film’ i. Akşam ise kendimi izlerken buldum.

Oldukça ilgi çekici ve eğlenceli bir üslupla anlatıyor hikâyesini belgeselin başkahramanı ve yaratıcısı Damon Gameau. Kendine çok önemli bir misyon edinmiş. Ve şekerin gerçek yüzünü insanlara göstermek için kendi üzerinde bizzat deneyerek hem bir deney yapmış hem de That Sugar Film belgeselini çekmiş. Ortaya ise insanı dehşete düşürecek bir iş çıkarmış.

Damon, 60 günlük bir süre boyunca günde her gün 40 çay kaşığı şeker almaya başlıyor. Ve bunun vücudunda ne gibi değişikliğe yol açtığını paylaşıyor. Filmi çekmeden önce sağlıklı beslenen Damon bu süreden sonra bedeninde ve ruhsal durumunda ortaya çıkan değişiklikler ile bir kıyas yapıyor.

Doğal sebze, meyve tüketen, sporunu aksatmayan biriyken paketli gıdalar ile beslenmeye başlayan Damon hızla kilo alıyor. Üstelik şekerden önceki beslenme düzeniyle aynı kaloride beslenmesine rağmen.

Sadece bununla sınırlı değil. Karaciğeri yağlanıyor, kalp hastalığı riski altına giriyor, yüzünde sivilceler çıkıyor. Fiziki olarak değişiminin yanında ruhsal olarakta çok etkileniyor. Damon artık oldukça yorgun birisine dönüşüyor.

Damon’ın bu iki aylık süreci çoğumuzun rutini. Ben kısmen şanslı sayılırım çünkü çok fazla tatlı tüketen biri değilimdir. Diye kendimi teselli etmeye çalışsam da meyve suları, yediğimiz cipsler, çikolatalar vs. Ya da kısaca paketli gıdaların tamamı diyelim.

Üstelik Damon tamamen bu şekilde beslenmiyor belgesel süresince. Önceleri şeker tüketen biriyken şekeri bırakan ve sağlıklı bir yaşama kavuşan Damon, bu belgesel için şekere tekrar başladığında dolaplarımızda yer alan ve tükettiğimiz gıdalardan başlıyor buna. Hatta sağlıklı, zararsız sandığımız besinlerin bile ne denli tehlikeli boyutlarda şeker barındırdığını gösteriyor. Yani hiç tatlı yemesekte şeker tüm diğer besinlere oranla vücudumuza en çok giren şey. Çok fazla abur cubur tüketmeyen birisi bile günde 40 çay kaşığı şeker tüketiyormuş. Bu rakamdan yola çıkarak kendisi de günlük 40 çay kaşığı şeker alıyor. Bunu bazen yediği gıdaların üzerine direkt şeker olarak ekliyor. Hamburger ekmekleri, yanlarında gelen soslar, mısır gevrekleri... Akla gelmeyecek şeylerde bile sinsice gizleniyor şeker.

Sağlıksız beslenmenin doğurduğu bütün suç ise yağın üstüne atılmış, yıllarca tüm kilo ve sağlık problemleri onun üzerine yıkılmış ve şeker birileri tarafından aklanmış. Hepimiz de buna inandık. Ve fena kandırıldık!

Özellikle gıda devleri ve zincir fast food restoranları bu oyunun başındaki isimler. Belgeseli izlerken bu dünya devi şirketlerinin şekerle beraber gerçek yüzlerini görüyoruz. Ve ne kadar ikiyüzlü olabileceklerini.

Firmaların reklamlarına, renkli ambalajlarına ve vadettikleri mutluluğa aldanan ve hayatına sorgusuz sualsiz kabul eden bizler, söz konusu sevdiğimiz, kullandığımız markaların görünmeyen yüzleri olduğunda ve haklarında kötü şeyler söylendiğinde neden inanmıyoruz? Neden bugün Coca Cola gibi markaların yetkililerinin çıkıp şeker sağlığa zararlı değildir gibi demeçlerini kabulleniyoruz da aksi ihtimali konduramıyoruz?

Zararlarını bilerek hala delicesine tüketen insanlar neden bu kadar çok güveniyor bu markalara? Neden vazgeçemiyorlar?

Bunun cevabını da veriyor Damon.

Beyin şekeri gördüğünde dopamin salgılar ve ‘al onu’ diye emir verir. Al ve ye. Ve iyi hisset, senin çabuk enerji üretmen lazım. Şekerin az olduğu ya da hiç bulunamadığı zamanlardan kalma ilkel bir iç güdü.

O tadı aldığımızda harika hissederiz. Çünkü beyinde nikotin, kokain vs. maddelerin uyarmasıyla salgılanan beta-endorfin sayesinde. Yani aynı ödüllendirme bölgesindeler, aynı hazzı veriyorlar ve aynı bağımlılığı yapıyorlar.

Şekeri aklamak için de fazla uğraşmalarına gerek kalmıyor. Çünkü yağdan sonra tüm suçu bize atıyorlar. Hareketsizsin, spor yapmıyorsun. Bu yüzden kilo alıyorsun vs. Televizyonlar bunu dikte etmeye devam ediyor. Ve bu yüzden kilo ve sağlık problemlerinde sevdiğimiz markaları suçlamak asla aklımıza gelmiyor.

Damon belgesel sonunda amacına ulaşıyor. Şekerin tüm gerçeklerini yüzümüze çarpıyor.
İzlerken istemsizce ‘’korkunç’’ diye sayıklıyordum.

Deney süresi bittiğinde eski sağlığına kavuşmak için tekrar önceki beslenme düzenine dönüyor. İlk başlarda çok zorlanıyor ama taze sebzeler ve meyveler en büyük yardımcısı oluyor.

Aslında bizim için gerekli her şey doğada saklı. Gereksinim duyduğumuz kadar şekeri meyvelerden kolaylıkla alabiliyoruz. Hayatımızı devam ettirebilmemiz için doğa kendi döngüsünde harika besinler veriyor zaten bize. Ve fazlasına hiç gerek yok. Bu yüzden ‘ihtiyacım olduğu kadar eşya, anlamı kaybolmayacak kadar kelime, sevebileceğim kadar insan kalsın hayatımda’ diye yazdığım listemin en altına doyabileceğim kadar yiyecek maddesini ekliyorum usulca. 
Az ve öz.

Bize unutturdukları benliğimizin içinde en üzüldüğüm konuyu tekrar hatırlattı Damon bana. Kanaat etmek. Hâlbuki hatırlayabileceğimiz kadar zaman önce sokaklarda oynarken acıktığımızda annelerimiz içeri alacak korkusuyla bir salçalı ekmekle yetinen nesildik. Herkes evinden bir parça getirdiği meyve ya da sebzeyle ortaya doyumsuz sofralar kurardık kaldırımlarda. İki salata, bir domates, biraz zeytin, elma, çilek… Sanki üzerinden yüzyıllar geçmiş gibi şimdiki çocukları nasıl kandırdıklarını görmek ne acı. Renkli ve tatlı gösterdikleri ne varsa onunla geleceğimizi karartarak ve git gide ağzımızın gerçek tadını acılaştırarak sinsice ele geçiriyorlar hayatımızı.

Doyumsuz nesiller ürettiler ve kimse bu durumu ciddiye almıyor. Neden birbirinin aynısı, sorgulamayan, üretmeyen neredeyse ahmak bir genç nesil türüyor insan düşünmeden edemiyor? Hastaneler hep dolu. Gençler hastalıkla boğuşuyor. Sadece beden hastalıkları değil, hayır. Ruhları ve beyinleri dayatılan şeyler tarafından emiliyor.

Sorun sadece midemizde değil, ne zaman anlayacağız. Umarım her şey için daha fazla geç kalmadan.
Sokaklarda özgürce oynayan çocuklar kaldırımlardaki sofralarını toplayıp gittiler buralardan…
Diliyorum, aileler bilinçlenir ve geri dönerler en kısa zamanda.

Önemli Şeyler Hakkında Belgesel, Minimalizm

Şehrin kalabalığı yetmiyormuş gibi yaşamlarımızı da eşyalar ile kalabalıklaştırıyor, kalabalıklaştıkça kendimizden bir o kadar uzağa düşüyoruz. Bu gürültü ve kargaşa içinde kendi sesimizi duyamaz hale geldik. Bunun yanı sıra hayatımızı abluka altına almış reklamlar var. Kaçmak neredeyse imkânsız. Yürüdüğümüz yollarda,  bindiğimiz araçlarda, haberlerde, filmlerde, okuduğumuz gazetelerde… Her şeyde ve her yerdeler. İlgimizi hiç çekmeyecek bir üründen bile haberdarız bu düzende. Kafamızı çevirsekte, görmemek için gözlerimizi kapatsakta sorun bu kadar yüzeysel değil. Ruhlarımızı ele geçirmiş durumda bu tuzak. Hiç ihtiyacımız olmadan alınmış onlarca belki yüzlerce eşya var. Biraz zaman sonra varlığını bile unutacağımız eşyalar var içlerinde. Düzensiz dolaplarda yığın halinde duran elbiseler, kitaplıkta sırasının ne zaman geleceği belli olmayan kitaplar, 3 aylık yaz mevsimi için 3 yıllık yetecek kadar alınmış rengârenk kıyafetler, kusurlarımızı kapatacağını, bizi daha iyi hissettireceğini vadeden makyaj malzemeleri, bir üst modeli sabırsızlıkla beklenen teknolojik aletler… Hepsi ve daha fazlası bu düzenin yılmaz askerleri.

Ve ne yazık ki hayatlarımızı işgal altına almış durumdalar. Üstelik en büyük silahları bizim kendi zihinlerimiz.

Çağımızın görmezden gelinen ama neredeyse hepimizin içerisinde boğulduğu anlam arayışı bugün en büyük sorunumuz. Eskiye, eski insanlara, eski mekânlara, eski komşulara, eski sokaklara, eski filmlere bitmek bilmeyen özlem. Hayalini kurduğumuz, eksikliğini hissettiğimiz ne varsa eski zamanlarda kalmış gibi. O günlere kavuşursak bu ruhsal sıkıntıların hepsi geçecek, içimiz ferahlayacak gibi hissediyoruz. Elimizde olsa oralara kaçacağız hep birlikte bir daha bugünlere gelmemek üzere. O zamanlarda olupta bugünlerde olmayan ne var da bu kadar imkânsız bir sevdaya tutulmuş gibi hasret doluyuz hepimiz. Bugünün fazlası var eksiği yok değil mi? Peki bulamadığımız ne?

Samimiyet, güven, sevgi…

Gerçek ihtiyacımız olan her şeyi unuttuk. Parayla satın alınamayacak önemli şeyleri.

Çoğu dostluğun değeri, bugün taşıdığı etiketin marka ve piyasa değerine göre biçiliyor. Elimizdeki telefonun modeli söylediğimiz bir düşünceden daha kıymetli görülüyor. Sohbetlerin sesi kısıldı, bildirim sesleri açıldı. Yan yanayken iki çift laf edilemeyen, göz göze gelinmeden bitirilen arkadaş, akraba buluşmaları ama bu buluşmaların ardından gün sonunda ‘’dostluk’’ fotoğrafları altında sosyal medya yorumlaşmaları.

Sosyal medyada kıyafetlerine büyük markaları etiketlemek, her gün farklı giysiler, elbiseler içinde fotoğraf çekilmek, takipçinin ve beğenilerin bu oradan hızla artması. Ve bir kesimin ulaşamayacağı bu ‘’mükemmel’’ hayatlara uzaktan bakması. Mutluluğun bu gülümsemesi ve marka etiketi bol fotoğraf karelerinde saklandığı yanılsaması. Alırsak, sahip olursak bizde mutlu olacağız fikrine kapılması.

Son 10 yıldır giderek ivme kazanan sosyal medya çılgınlığı değil bunun tek sebebi. Yıllardır büyük şirketler, televizyonlar, radyolar, reklamlar bunu aşılamaya devam ediyor. Sadece bu düzenin araçları değişiyor, amaçları hep aynı.

Bitiş çizgisi olmayan bir maraton koşusu gibi. Nefes nefese kaldık, telaş içindeyiz.
Hepimiz gözlerimizde beyinlerimizin içinde, üzerimizde etiketler ile yaşıyoruz artık. Tatmin olmuyoruz. Olmayacağız da çünkü bu filmin sonu yok.

Metalaştırdığımız yüzlerce şey arasından sıyrılıp özümüze ulaşmak, önümüze set oluşturduğumuz maddesel varlıklardan, fazlalıklardan kurtulmak imkânsız mı?

Ben cevabımı ‘’Önemli Şeyler Üzerine’’ diyen Ryan ve Joshua’nın hikâyesinde buldum.

‘’Okudum, izledim hayatım değişti.’’ cümlesini çok az şey için kurmuşumdur. Fakat Ryan ve Joshua yaşamıma dokunduğu için minnettarım. Hiç giymediğim iki çift beyaz ayakkabının bir yenisini daha alacakken vazgeçtim mesela, raftakileri kutusundan çıkardım.

Ryan ve Joshua diyor ki,
‘’Hayatım daha az ile daha iyi nasıl olabilir?’’ ve ekliyor, ‘’Gerçekten ihtiyacım var mı?’’

Hayatlarının temeline bu soruyu yerleştirmiş iki çocukluk arkadaşı onlar. Hikâyelerine ortak olduktan sonra kendinizi aynı soruları onlarca kez sorarken bulmanız yüksek olasılık.

Joshua bir gün 10 aylık bir gezi planı yapmıştır. Bu geziyi mümkün olduğu kadar az kıyafet ile gerçekleştirir. Küçük el çantasının içine iki gömlek, iki tişört, iç çamaşırı ve bir de saç kurutma makinesi koyar. (Kendisi buna çok ihtiyaç duyacağını söylüyor.) Ve bir yağmurluğa da ihtiyacı olacağını düşünüp onu da alır yanına. Sadece bu kadar. Bu birkaç parça eşyası ile seyahatine başlar.

Bu onun için minimalizme ilk geçisin sinyali gibidir. Ondan sonra hayatından fazlalıkları çıkarmaya başlar. Bir yatak, bir sandalye kalır evinin içinde. Der ki, hayatımda kalan eşyalara ya ihtiyacım vardır ya da bana keyif veriyordur.

Sadeleştikçe mutluluğu artar. Öyle ki yakın dostu ve iş arkadaşı Ryan bu mutluluğun kaynağını merak edip onunla konuşmaya karar verir. Bu dönemde kendisi tam bir çıkmazın içindedir ve Joshua nasıl olur da bu kadar mutlu olabilir? Onunla aynı işi paylaşırken hem de. Bundan sonrasının cevabını size de Joshua versin, izleyin.

Artık Joshua bu yolda tek başına değildir. Arkadaşı Ryan ile beraber bir web sitesi açarlar: The Minimalists

Seminerler düzenlerler ve kitap çıkartırlar. İnsanlara nasıl az ile daha çok mutlu olunur anlatmaya çalışırlar.
İlk konuşmalarına sadece iki kişi katılır. Onlar bundan büyük keyif alırlar.
Ryan ve Joshua bütün konuşmalarında katılımcılara tek tek sarılır, tekrar ederler; ‘’insanları sevin ve eşyaları kullanın çünkü tam tersi asla işe yaramaz.’’

Belgesel bittikten sonra yüzüme yerleşen tebessümün tadı hala hafızamda.  İzlerken bu kadar keyif alınan bir şey hayata uygulandığında nasıl keyif vermez, hala düşünmekteyim.

Ama birkaç adım atmış olmanın mutluluğu içinde. Gardırobumu boşaltmaya başladım, tam beş battal boy çöp poşeti hiç kullanmadığım ya da en fazla iki kere kullandığım onlarca kıyafet çıktı. Bir insan bunu neden alır diye sorduğun onlarca eşya. Bana hiçbir şey katmadığını fark ettiğim kitaplar da var içlerinde.

Kendimle bir muhasebe yapma fırsatım da oldu tüm bu temizliği yaparken. Mesela her ay asla işime yaramayacak bir şey alıyormuşum gibi o parayla bağış yapmak. Miktar küçük olacak mutlaka ama unutmuyorum,

‘’ Az çoktur.’’

Azaldım, hafifledim, yenilendim. Biraz da hüzünlendim, bu defa vazgeçtiklerimden değil de ne çok şeyi yük etmişim hayatıma onun farkındalığından.
Ama şu an tekrar ettiğim tek satır,

‘’Küçülsem. Tek noktada toplansam. Yaşam büyük amenna. Ama ben biraz azalsam. Sadeleşsem. Durulsam.’’


Kelime,

Kelime, Kelimelerin gücü


Nazan Bekiroğlu’nun Kelime Defteri isimli kitabının hikâyesini ilk duyduğumda kalbimde bir yer açmış, sorgusuz sualsiz içeri buyur etmiştim. O zamandan beridir kelimeleri düşünüyor; bazen üst üste diziyor gökyüzüne dokunduruyor, bazen de art arda sıralayıp yan yana dizilmiş ağaçların gölgesinde dinlendiriyorum. Sonra vazgeçiyor, ellerimle üst üste yığılı kelimeleri yıkıyor, sıralarını bozup karıştırıyor; gönüllerince istedikleri yere uçmaları için özgür bırakıyorum.

Kelime Defterinden beridir dediğime bakmayın aslında hukukumuz çok eskilere dayanıyor. Sanırım ilkokul 1.sınıftayken her hafta okumak için takas ettiğimiz kitaplardan, sarı kapaklı birkaç sayfalı öykü kitabının yağmurda sırılsıklam olduğu o gün kadar eskilere. Annemle beraber cılız sayfaları bantla birbirine tutturmaya çalışmış bayağı tedavi de etmiştik. Yedi yaş kalbimle onu iyileştirdiğimi düşünmüştüm. Ama kapağını açıp kelimelerin hala ağlıyor olduğunu gördüğümde hayatımın ilk kalp kırıklığını yaşamıştım. Belki de bu yüzden ıslak kelimeleri hala bir başka severim.

Avuçlarıma kelimeler doldurduğumu çok hayal ettim. Bunun pekte mümkün olmadığını zoraki anladığımda küçük bir kız çocuğu da değildim üstelik. Fakat bir çözüm bulmalıydım, gözlerimin değdiği hiçbir kelimeyi unutmak istemiyor, hepsini zihnimde tutmak için direniyordum. Pek tabi bunun da çok mümkün bir şey olmadığını anlamam uzun süremezdi. Sürmedi. Neyse ki yolum Kelime Defteri ile kesişti hatırlayamadığım kadar süre sonra. Kelimelerimi bir defterde biriktirme isteği en mümkün, en güçlü istek oluverdi. Sahi bir defter alıp dokunabildiğim tüm sözcükleri neden biriktirmiyordum ki? Lakin bu düşüncem de vakte yenildi. Gel zaman git zaman uzaklaşmışım bu hayalimden.

Birkaç gün önce hatırlatıcı yine devredeydi. ‘’Kelimelerin Gücü’’ diyordu Barış Özcan youtube kanalında. Gün içerisinde yaşadıklarını düşünüp onu en mutlu eden şeyi bir kâğıda yazacağını, ardından bunları ‘’Kelime Kavanozu’’ verdiği bir cam kavanozda saklayacağını söylüyordu. Kelime Defteri neydiyse o olmuştu benim için Kelime Kavanozu da o anda.

Akşam çok severek takip ettiğim Şermin Yaşar namı diğer Oyuncu Anne’nin paylaşımı çıkıyor karşıma. Diyordu ki, ‘’kitap sayfalarının arasında kurutulmuş çiçekler gibi duran, kitap sayfaları arasında unutulmuş kelimeler var’’. Bana yazmış gibi üstüme alınıyorum. O akşam, o cümleleri herkesten daha çok sahipleniyorum.

Gece gün ağarıncaya ‘’kelime defterini, kelimelerin gücünü, kelime kavanozunu, unuttuğum kelimeleri’’ düşünüyorum. Farkına ve gücüne varamadığım, dokunmadan geçtiğim cümlelerin öğesi kelimeler gelip kurcalıyor kalbimi.

Uzun zaman önce düşlediğim bu yolculuğa artık çıkma vakti geldiğini anlıyorum. İlk kelime diyorum, ‘’kelime’’ olsun. İlhamı kendinde saklı çünkü.

Şimdi bir kelime seçip bazen hayal kuracağız onun adına, bazen şarkılar söyleyeceğiz, bazen de masallar anlatacağız onun ismiyle. Edaloji ile birlikte. Bu defa kelimelere inanacağız tüm gücümüzle.

Yol uzun, heybemiz boş,
Büyüteceğimiz çok kelimeler var daha.


Sait Faik Belgeseli

Nisan, yağmurlarını bu sene Mayısa devretmiş gibi. 11 Mayıs Cuma gününün sabahı da küskün bir hava ile başladı, bulutları dolu, renkleri biraz bulanıktı. Mayıs ayının 11 inde bir Cuma günü Sait Faik öleli tam altmış dört yıl olmuştu. Islak bir akşamda sokak lambalarının ışığının altında hikâyeleri hala yaşıyordu…

Çok karmaşık hisler ve özlem ile bugünün gelmesini beklemiştim. Bilemiyorum kaç gün ama sanki Sait Faik’i kaybettiğimiz günden beri. Sonunda takvim 11 Mayıstı ve hikâyeler Mayısa biraz kırgındı.  

Akşamı bulmadan bırakamadı su damlalarını gökyüzü. Her on beş dakikada bir kontrol ettiğim saat, on sekiz çift sıfırdan on sekiz sıfır biri bulamadan ben kendimi kapıda bulmuştum bile. Özlemek sahiden garip biri. Gök hala karamsardı. Durağa kadar çare yok koşar adım, hatta belki koşa koşa gelmiş olabilirim. O esnada bulutlarda su damlalarını saklamaktan vazgeçmiş, üzerime serpiştirmeye başlamıştı. Özlemek belki de böyle bir şeydi. Mavisinden altmış dört yıldır eksik olan bir çift göze hasretti o da.

Bundan dört ay önce Sait Faik’in hikâyelerine sarılmıştım bir kış mevsiminde. İçimi ısıtacak bir şeyler mi arıyordum? Önemli değil. İlk kitabın ilk sayfasına titrek yazılarla yazmışım,
Şimdi tekrar sarılacağım dostlarına. Burgazada’nda gün batımlarında hikâyelerini anlatacağım sana.
Kalemin siyah mürekkebi dağılmış biraz. Son Kuşlar kitabın ismi ve de ilk hikâyesi. Sait Faik, Son Kuşların son cümlesinde demiş ki, Benden Hikâyesi… Belki o da titrek yazılarla yazmıştır bu iki kelimeyi kim bilir. Ama biliyorum. Ben o satırların altını çizerken titriyordu içim.

İki kelimenin gizemi sadece beni sarıp sarmalamamıştı bu kadar zaman. Onur Barış’ın hayalinin ismi de bu iki kelimeydi: Benden Hikâyesi. Belki Onunda kalemi bu iki sözcüğü yazarken titremiştir kim bilir. Ama biliyorum. Altı çizili satırlarımı saman sayfalarda değil beyaz ekranda gördüğümde titriyordu yine içim.

Hikâyeler sığınaktı. Cuma akşamı tüm karanlığını şehrin üstüne örterken Sait Faik’in hikâyeleri doğuyordu geceye. İstanbul Onun hikâyelerine sığınıyordu yeniden. Sokakları, kaldırımları, parkları, evleri... Ve içinde, üzerinde yaşayan; şimdilerde kimselerin dönüp bakmaya vakit bulamadığı, yaşamın ağırlığını omuzlarında taşıyan şehrin yüzlerine bakıyorduk tekrar. Gözlerinin ta en içlerine yine, yeniden. Üstelik tanışıklığımız çok eskiden, biliyorduk.

1906 yılının Kasım ayında, Adapazarı’nda başlıyordu Benden Hikâyesi. Ve sürecekti sonsuza dek, bilmiyordu. Ardından genç oluyor okul yılları çıkıyordu karşımıza. Önce İstanbul Erkek Lisesi sonra aldığı disiplin cezası yüzünden Bursa Erkek Lisesi. İpekli Mendil öyküsünü yazıyor burada, her şeyin başlangıcı oluveriyor. Eğitim hayatı çok başarılı değil, Fransa’da bile barınamıyor. Geri dönüyor. Babası ticaretle uğraştığından onu da deniyor, aynı başarısızlıkla sonuçlanıyor. Edebiyatı da zaten edebiyat olsun diye yapmıyor. O sıradan insanların hikâyelerinin peşinde. Bir yazar toplantısında balıkçıya benzettikleri için içeri alınmadığında mutlu, çok mutlu oluyor.

Sait Faik Belgeseli


Şehrin sokaklarını adımlıyor Sait Faik krem renk paltosu başında fötr şapkasıyla, o hikâyelerinin zamanında yürümeye devam ederken onun hayatına, öykülerine dokunan isimler Onu anlatıyor anılarında.

Söz Burgazada’da bakkallık yapan amcaya geldiğinde konu adasına da geliyordu nihayet. Adaya yerleştiğinde mutluluğu buluyor muydu sahi? Cevabı yine net değil. Ama ada ruhu ona iyi geliyor. Yalnızlığı geçmiyor geçmesine de denizler, balıklar ve kuşlar yoldaşı oluyor.

Yalnız, yapayalnız bir adamın hikâyesi bu. Yazarlık için değil de yalnızlığının üstünü örtmek için yazan bir adam. Hep kendi köşesinden olabildiğince sessiz etrafını izleyen sadece kalemiyle konuşan. Büyük lafları hiç sevmezdi. Belki de bundan ‘’yazmasaydı delirecekti.’’ O kalemi iyiki yonttun Sait Faik.

Sait Faik Belgeseli


Not düşüyorum gecenin sonuna ‘’Artık daha çok özlüyorum…’’

On bir Mayıs Cuma gününün ertesi, hava aydınlık. Hala kalbimde Sait Faik’in hikâyelerinden pasajlar okunuyor. Belgeselde Sait Faik ile anılarında ve hikâyelerinde buluşan kişilere şöyle soruldu: ‘’Sait Faik’i şimdi karşınızda görseniz Ona ne sormak isterdiniz?’’ Bunu düşünüyorum.
Gökyüzüne artık bir de Onun için bakacağım. Kuşlar ne olur Sait Faik’in hatırına arayı çok uzatmayın…



Gülhane parkı, İki Kız Kardeşin Öyküsü

Her mevsim kendi son günlerine doğru yürürken, ayaklarım varmak istemez bir gitme türküsüyle bedenimi ele geçirir. Yola çıkmanın mümkün olmadığı zamanlarda ise penceremden içeri ceviz ağaçlarının dallarını uzatıp davet eder beni Gülhane Parkı. İstanbul’un yeşil güzeli, Topkapı Sarayı’nın arka bahçesi…

Biraz hayata gücenir gibi olduğumda Nazım Hikmet’in şiiri çağırır beni. Yüklerimi toprağına gömmek, ağaçlarında umudu yakalamak için hemen koşarım ona. Yanımda bir kız kardeşim, iki kitap... Yeter.


Gülhane Parkı, Kitap, Kız Kardeş

Cömerttir, şimdiye kadar ne ektiysem toprağına yeşertip koydu gönlüme. Küskünlüğüm olduysa aldı omuzlarımdan onları da gömdü toprağına, örttü üzerini. Çiçeklerini de ezsem kırılmadı, umutlarını doldurdu ceplerime. Güzel günlere ve iki kız kardeşin birbirine verdiği sözlere inandırdı. Ona hoyratça zarar verenlerin, toprağına asfalt dökenlerin inadına. Umuda, hayata ve iki kız kardeşe inandı tek başına. Bir de çiçekli zamanlara.

Eminönü’nün deniz kokusu mu yoksa Beyazıt’ın tramvay yolu mu derseniz? Ben Gülhane Parkı’na gitmek için hep ikinci seçeneği tercih ederim. Hava durumuna bağlı sıcak el ısıtan ya da soğuk iç serinleten bir kahve eşliğinde.

Yıllar süren tadilatlar sebebiyle yüzlerini göremediğim o güzelim tarihi binaların seyrine ne yazık ki yine doyamayarak! Giriş kapısına doğru sanki her defasında ilk kez geliyorum gibi mutlu ve yine her defasında farklı bir his ve doku keşfederek yürümeye başlarım. Sarnıca ulaştım mı geldim sayılır, sola doğru biraz kıvrıl, burada hızımı asla ayarlayamam. İşte on beş yirmi adım sonrası karşımda yeşil rengini gökyüzüne veren Gülhane.

Simitçi, kestaneci, mısırcı arabalarına da uğranabilir elbette hemen girişte. Gülhane’nin yeşiline o da yakışır. Ama benim önce Nazım Hikmet’in ceviz ağacını bulmam gerek. Bitmeyen özlemle. Çocukluktan kalma bir iç çekişle. Ve yine Cem Karaca’nın sesinden şarkı sözlerini mırıldanarak. Ve de ellerimin boş kalacağını bilerek.
Taş yolları ayaklarıma batar bazı yerlerinde olsun. Hissetmek güzel. Çiçeklerinin renklerine dokunarak, papatyalarından fal bakarak, gökyüzüyle karışan denizinin mavisinde hayallerimle buluşarak yollarını bilmem kaçıncı defa tamamlarım.

Şimdi bulduğum ağacın altında kendimi dinleme vakti. Çantanın içine rastgele seçip koyduğum kitapları çıkartıp rastgele bir kaç sayfa okumak zamanı. Bir kez olsun şu geçmişin anısında yaşayan amcaya 'bir iki üç çe-ki-yo-rum'' derken gülümsemeli. Ama fotoğraf kağıdını eline aldığında gözlerinin etrafındaki çizgilere aldırmadan daha çok gülümsemeli. Çünkü bilirsiniz ki fotoğraf kağıdının üzerinde yazan tarihler ölümsüzdür. Kuşların sesleri içimdeki sesleri susturur birazdan. Derin nefes çeker, fısıldarım.

Biraz daha yaşamaya inanabilir miyiz? Ceviz ağacının altında.
Lütfen. Bize inanmayı bırakma.

Stranger Than Fiction – Lütfen Beni Öldürme

Film Yorumu, Film Hakkında Bilgi

‘’Yazmak’’ fiiliyle şu sıralar çok meşgul olduğumu bir önceki yazımda belirtmiştim. Ne yapacağına bir türlü karar veremeyen mevsimler gibi olsa da ruh halim, düzene sokabildiğim birkaç konu var şükür. Bunların başında ‘’yazmak üzerine’’ konulu filmler geliyor. Listeye Woody Allen’ın efsane filmi ‘’Paris’te Bir Gece Yarısı’’ ile başladıktan sonra hız kesmeden hemen ertesi gün ikinci film ile devam edebildim.

Listemin ikinci filmi olarakta Stranger Than Fiction – Lütfen Beni Öldürme’ yi seçtim.
Oldukça keyifli ve ezber bozan bir film oldu benim için. Türkçe ’ye kim neden bu şekilde çevirmiş pek anlam veremesem de. İsmi duyulduğunda bunun aksiyon filmi olduğunu düşünmek olası. Fakat içeride işler hiçte öyle değil.

Harold Crick sinir bozacak derecede oldukça dakik bir adamdır. Öyle ki hayatında en ufak alışkanlıklarını bile belirlediği sayılar kadar tekrarlar, her eylemini, her hareketini en ince detayına kadar planlar. Saat gibi işleyen mekanik bir rutinde seyreder hayatı. Sebep bu düzeni ve titizliği midir bilinmez yapayalnız biridir aynı zamanda. Sayılarla yakın arkadaş olan bu adamın arası kelimeler ile oldukça mesafelidir. Yaşamını birkaç zaruri sözcük kullanarak bitirebilir.
Duygulardan uzak, hesaplamaların ve rakamların içinde kaybolmuş, giderek hızla robotlaşan bu adamın hayatı aynı rutinle devam ediyordu. Ta ki o Çarşamba gününe kadar.
Harold, her zamanki gibi gece uyumadan, kol saatini çıkardı; alarmını kurduktan sonra başucundaki komodinin üstüne bıraktı. Ve yine sabah uyandığında her zamanki gibi 32 dişinin her birini 76 kez fırçalayacakken bir ses duydu. Bu ses Onun, her gün aynı şeyleri tekrarladığı gösterişsiz hayatının tam ortasına yıldırım gibi düştü.
Ses susmak bilmiyor, Harold ise sesin kaynağını bir türlü çözemiyordu. Yaşamında hiç bu kadar sözcüğü bir arada kullanmamış dahası belki duymamıştı bile. Gürültü beyninin içinde yankılanıyor, evde, işte, yolda susmuyordu. Bir kadın sesi sürekli Onu takip ediyordu.
Ve bir türlü susmayan ses Ona duyabileceği en acı şeyi fısıldadı; ‘’önemsiz gibi görünen bu hareketinin, yakın gelecekte ölümüyle sonuçlanacağıydı…’’diyordu.  Ve daha acısı ‘’Neden? Neden ölüyorum? Ne zaman? Ne kadar yakında?’’ diye sorduğunda sesten hiçbir yanıt alamamasıydı.
Soruları cevapsız kalan Harold çareyi bir psikoloğa gitmekte bulur. Fakat nafile. Çözüm yok. Psikoloğun varabildiği tek sonuç Harold’un şizofren olduğudur. Harold durumu izah etme de güçlük çekse de emin olduğu tek şey vardır: Şizofreni asla değildir. Duyduğu ses gerçektir.

Bir hikayenin içinde yaşadığını düşünen Harold'a psikoloğun son tavsiyesi ise bir Edebiyatçıya görünmesi gerektiğini söylemek oldu.
Harold'un o seslerin kendisiyle konuşmadığını, Ona kendisini ve hayatını anlattığını fark etmesi çok uzun sürmemişti. Baş kahramanı olduğu bir kitabın cümlelerini yazarının sesinden dinliyordu. Üstelik bu kendi yaşamıydı. Fantastik ve düşsel bir kurgu.

Edebiyat profesörünün yardımlarıyla kendi hikayesinin anlatıcısının peşine düşecek ve Ona söylemek istediği tek şey, ''Lütfen Beni Öldürme'' olacaktır. 

Tek düze hayatı bu süreçte kaçınılmaz değişime uğrayacaktır elbette. Sayılara takıntısını yitirir. Neyi ne zaman ne kadar sürede yaptığının da, kaçta uyuyup uyandığının da ve saplantılı şekilde bağlı olduğu işinin de bir önemi yoktur artık. Çünkü ölecektir. Takıntıları olmadan yaşamanın tadına varmaya başlar. Yıllardır hayalini kurduğu fakat elini dahi sürmediği gitarı satın almaya, şarkı söylemeye ve sevdiği kadına açılmaya cesaret eder.
Yaşamak isteği ağır basar. 

On yıldır çekildiği inzivada gözlerden uzak kitabını yazan Karel Eiffel ise olan bitenden habersiz Harold'a bir son yazmak için daktilosunun başındayken,
Telefon çalar. Telefon tekrar çalar. Ve telefon üçüncü kez tekrar çalar. Eiffel için bununla yüzleşmek hiç kolay olmayacaktır. Çünkü baş yapıtını yazmıştır.

Uzaktan bir yazarın yazma sürecine dâhil olmak ise az bulunur fakat çok kıymetli bir deneyimdi. Film bu hissiyatı vermekte ayrıca çok başarılıydı. Yazarın kahramanını ne şekilde öldüreceğine ve kitabın sonunu nasıl yapacağına dair girdiği iç çekişmeleri ve kavgaları, o anki ruh halinin yansıması tek kelimeyle enfesti. Özellikle intihar olayını tasavvur ettiği sahne ise ‘’bambaşkaydı.’’  Hayali karakterinin gerçek bir insan olduğunu öğrendikten sonra ise yaşadığı iç hesaplaşması ve verdiği karar akıllara kazınacak ve kalpleri kazanacaktı.  
Bir yazarın gizemli yazı dünyasının kapılarını aralayan senaryo, ‘’Peki Ya Hepimiz Bir Kitabın Baş Kahramanıysak’’ dedirtmekten de dahası böyle bir düş kurdurtmaktan da geri kalmıyor.
Paris’te Bir Gece Yarısının büyüsünden sonra, Lütfen Beni Öldürme de kurgusuyla tatlarını damağımda bırakıyor. Listem, zihnimde ilham yıldızlarını parlatmaya devam ediyordu.

                                           

Midnight in Paris


Bir masalın içinde gece yürüyüşe çıkmışsın da, yağmur yağmaya başlamış; ılık su damlaları yüzünü ıslatıyor. Sırılsıklam olacaksın birazdan ama eve dönmek istemiyorsun. ‘’Diğerleri sadece ıslanır’’ sözünde bahsedilen kişi değilsin üstelik. Belli ‘’Bazıları yağmuru hisseder’’ denilen, bazılarındansın.

Yazmak üzerine, yazmak fili, yazmak eylemi… Şu sıralar beni anlatan en iyi kelimeler bunlardır sanırım. ‘’Yazmak’’ sözcüğünün gizemine kapılmışken ona dair ne varsa toplamaya, biriktirmeye çalışıyorum.
Çok uzun sürmüyor ‘Midnight in Paris’ ile bir gece yarısı buluşmam. Başladığı andan itibaren ise beni bambaşka bir dünyaya götürüyor. Kalbim ılıklaşıyor.

Gil’in peşinden gizlice arabaya binmişim, 1920 lerin Paris’inde yolculuğa çıkmışım gibi bir his. Bir de güven ve huzur hissi. Sanki buralara aitmişim gibi bir his aynı anda hatırlatıyor kendini. Ki henüz Paris’i bir kere bile görmemişken, onu henüz tanımamışken. İşte bu Woody Allen büyüsüymüş. Anladım.

Gil ve nişanlısı Inez, Inez’in babasının işi sebebiyle bu aşk dolu Avrupa kentinde kısa bir tatil imkânı bulurlar. Başlarda aşkları doludizgin devam ediyor, her şey yolunda gidiyor gibi görünse de yazar olmak isteyen Gil’in aklı daha çok yazacağı kitapta, kalbi ise eski Paris’tedir. Gil’in Paris’te gece yarısı çıktığı yürüyüşler ise akılları karıştırmaya başlar.
Yine bir gece vakti Paris’in ışıkları altında dolaşırken dinlenmek için merdivene çöker. Şehrin sessizliğini çalan gece yarısı saati bozar. Başka masalların sonu olan bu saat dilimi Gil’in masalının ise başlangıcıdır. Karanlık sokakların arasından, saatin sesini bölerek bir araba yanaşır ve ısrarla Gil’i çağırır. Gil biraz şaşkın arabaya yönelir ve çok geçmeden kendini 1913 model Peugeot’un içinde bulur.
Bu eski model araba kahkahalar eşliğinde Onu hayal dahi edemeyeceği eşsiz bir düşe götürür. Fantastik bir düşün ortasına düşen Gil hayran olduğu kişilerle karşılaşır. Dönemin büyük isimleriyle tanışma ve dahası kitabını okutma şansı yakalayan Gil için artık en zoru geri dönmek ve yaşadığı boş, sıkıcı dönemde olmaktır.
Gizemli düşüne kavuşmak için her gece yarısı sabırsızlıkla klasik otomobilin gelmesini bekler. Aynı kahkalar eşliğinde Paris’in altın çağına 1920 lere gider.  
Eski çağ kalbini farklı duygularla doldurmaya da başlar. Burada tanıştığı Adriana’dan etkilenmesi çok uzun sürmez. Paris’e kısa bir tatil amacıyla geldiği nişanlısıyla ilişkisini sorgulamaya başlar. Hayatının aşkı olmadığı düşüncesi Adriana’yı tanıdıkça daha çok ağır basar. Ve ilişkileri kopma noktasına gelmekle kalmaz, sona erer.
Gil ile Adriana 1920 lerin Paris’inde dolaşırken karşılarına eski zamanlara ait at arabası çıkar. Arabanın içine atlayan Gil ile Adriana kendilerini 1800 lerde bulur. Adriana özlem ve hayranlık duyduğu dönemin tam ortasına düşünce burada kalmak, kendi dönemine dönmek istememektedir. Adriana’nın bu fikrinden sonra onu ikna etmek için kendisinin 2000 lerden geldiğini söylemek zorunda kalır Gil.

1800 lerde karşılaştıkları kişilerin bile daha eskileri altın çağ olarak nitelendirdiğini gördüğünde ise Gil bunun her çağ için geçerli bir durum olduğunu anlar. İnsanlar her zaman böyle bir aldatmacanın içindedir. Ve geçmişte yaşamış olmak, geçmişi her zaman mutlu zamanlar olarak atfetmek bir yanılsamadan ibarettir. Önemli ve var olan tek şey ‘’şu an’’ dır.

Gil bu durumun farkına vardığında yağmur altında yürüyerek gözden kaybolurken, film biter.

Woody Allen seyircisini asla uyanmak istemeyecekleri bir düşe davet ediyor. Ben de istemiyorum. Masalın içinden başka bir masala doğru kapı açılıyor ve bu sonsuza kadar devam edecekmiş gibi geliyor. Hayal ile gerçek arasındaki o çizgide hayalleri bırakıp gerçek dünyaya dönmek biraz zor oluyor. Bu film beni hayalperestliğe inandırıyor. Masalların, zaman yolculuklarının mümkün olduğu diyarlar çok uzak görünmüyor.
Bir vapurda beni iskeleden alıp 1930-40 ların Burgazadasına götürür. Sait Faik ile balıkçıların oltalarından beraber hikâyeler toplarız belki. Kim bilir…
Bir masalın içinde gece yürüyüşe çıkmışsın, yağmur yağmış; ıslanmışsın. Sırılsıklam olmuşsun da ay ışığında, umursamamışsın. Yetmemiş bir de hayatının aşkıyla karşılaşmışsın yolda. Arkada en sevdiğin şiirin mısraları mırıldanıyor.

Öyle, onun gibi bir film işte…




Bir coğrafyanın en cezbedici tarafı nedir?  Benim için toprağına karışan ayak izleridir.  Üzerinde biriken ayak izlerinin tortusunda duraklamak, nicelerinin tozuna karışmak; biraz çekimser biraz cesur iz sürmek.
İznik.. İmparatorlukların başkenti. Yıkık dökük sokaklarının ardında apayrı dünyalar barındıran, derdini de güzelliğini de içinde sır gibi saklayan şehir. Ser verip sır vermeyen, büyüsünü ancak tozuna toprağına karışana, yollarında aşina olana gösterebilecek toprağı bereketli kendi biraz cimri baş-kent.
Kalbime değdiği günden beridir sakladığı hatıraları, binlerce yıllık geçmişi, eşsiz tarihi ile beni fetheden İznik. Kavuşacağım günleri saydığım şehir.  Yollarına vurulduğum ama ulaştığımda kendini benden esirgeyen şehir.
Ona dair biriktirdiklerimle henüz vakit geceden bile dönmemişken çıktım yola. Sabırsızlığım ve hakkında yazılanlar zaman yeter mi diye beni sıkıntıya düşürse de hemen hemen giden herkesin günübirlik turu tercih etmesi içimi rahatlatmıştı.
Şarkılara konukluğuna da başına buyruk hallerine de vurgun olduğum vapurların, abisi sayılacak büyüklükte ki feribota bindiğimde gün henüz ağarmamıştı. Güneşin doğuşunu izleme hayallerim her yanı kapalı feribotta Marmara Denizinin dalgalı sularına çoktan karışmıştı bile. İlk hayalimin batışı belki de günümün nasıl geçeceğinin habercisiydi. Ufuk çizgisini göğüslemeye çalışmadan deniz yolculuğu mu olurmuş?
Bir buçuk saat sonra Yalova’ya ayak bastığımda ancak kendime gelebildim. Bundan sonra önümde yeşilliklere doğru bir yol uzandı. Yolların o gizemli havasını içime çekerken ‘’yolda olmak’’ fiilinin dayanılmaz hafifliğini yaşıyorum.
Şehrin merkezinden uzaklaşıp köy yollarına girince, traktör üzerinde rüzgârı arkasına alarak rızıklarının peşine düşen emekçi teyze ve amcaları selamlıyorum. Arabanın camından ellerimi uzatıp yola dair ne varsa avucuma dolduruyorum.



Her yolun sonu varmak. Oysa yol hali bazen en güzeli, iner inmez anlıyorum. Günlerdir hayalini kurduğum sokaklardayım. Kırık dökük kaldırım taşları arasında ilk ziyaretime doğru yürüyorum.
Yeşil Cami -  Yeşilli, mavili çinilerle emek emek işlenmiş minaresi eşsiz bir tablo gibi karşımda göğe uzanıyor. Adımlarımı hızlandırıyorum. Hızlanmasıyla duraklaması bir oluyor çünkü karşımda sayısını bilemediğim kadar işçi. Canla başla çalışıyorlar. Etrafında bir tur atıyor, bahçesinde bir banka çöküyorum. İçimde çöküyor biraz o vakit ama çabuk toparlıyorum.



Osmanlı mimarisinin ilk örneklerinden olan Yeşil Cami’ye sırtımı dönüyor, yüzümü hemen karşısındaki diğer abideye çeviriyorum. Fark etmem çok uzun zaman almıyor. Kalın puntolarla ‘’Tadilatta’’ yazısını.
Bahçesine ve müzenin dışına konulan kazılarda çıkarılmış çeşitli taşları inceliyorum. Özensizlik dikkatimi daha çok çekiyor. İznik Müzesi yani Nilüfer Hatun İmarethanesinden de anı toplayamadan içim sıkılarak ayrılıyorum. Bir tarihe yetişememiş olmanın hüznü kaplıyor beni.


Sıradaki durağım İznik Ayasofya Cami. Neyse ki talihsizliğimi biraz olsun kırıp burayı ziyaret edebiliyorum. Kapısından içeri girdiğim anda beni sarıp sarmalayan o eski taş duvar kokusuyla kendime ancak gelebiliyorum.  Tarihi Osmanlı ve Selçukludan bile çok eskilere dayanıyor. Asırlar boyu depremlere, yangınlara, tahribatlara direniyor. Yapı Hıristiyanlar için oldukça önemli. Hıristiyanlıkla ilgili önemli kararların alındığı 7.Konsil burada toplanıyor. Orhan Gazi'nin İznik’i kan dökmeden fethetmesinden sonra ise kilise camiye çevriliyor. Camiye ayrıca Mimar Sinan’ın eli de değiyor. Birçok yıkıma uğramasına rağmen dimdik ayakta. Duvarlarının keskin kokusunu ayrılırken son kez içime çekiyorum.


Rotamı Osmanlı’nın bilinen ilk medresesine doğru çeviriyorum. Kalbimin atışlarını hissedebiliyorum. Birazdan ilk olmasının verdiği cazibesinin yanında geçmişin tüm gizemini duvarlarına sindirmiş bir yapı tüm heybetiyle karşımda olacaktı. Sabırsızlıkla sokakları geçmeye başladım, tam kavuşmaya üç beş adım kalmışken gri soğuk bariyerlerle etrafının kapatıldığını gördüm. İçim acıdı, kavuşamadım. ‘’İçeri girmek tehlikeli ve yasaktır’’ yazılı kapısı ardına kadar açıktı. Bir süre olduğum yerden içeri bakmaya, görebildiğim kadarını ezberlemeye çalıştım. 


Bir iki adım atıp kabloların, inşaat malzemelerinin arasından atlayarak medresenin kapısına ulaştım. Avlusuna girmeye cesaret edemesem de hayli üzgün halde duvarlarına yaklaştım.


Dokundum. Ellerimde buruk bir tat, başka baharlarda kavuşana dek; hatırası benimle kalacaktı. ‘’Yine geleceğim’’ diye fısıldadım. Bu defa avlunda oturup başımı senin görebildiğin kadarıyla gökyüzüne kaldıracağım. Yetecek. Gözlerim sadece ikimizin bileceği hislerle dolu kubbende hayallere dalmakta nasip olacaktı. Duvarlarına sırtımı yaslayıp hikâyelerini dinlemek için mutlaka tekrar geleceğim.
Sokağa çıktığımda tam karşısında dikilmiş evlere değdi gözlerim. Nasip. Tarihle beraber yaşamak, her pencereden baktığında onunla göz göze gelmek nasıl bir duyguydu acaba? Yoksa bu onlar için günlük yaşantının içinde sıradan, alelade bir şey miydi? Bu daha mümkün gibi göründü. Her gün aynı heyecanı duymak olası değildi ama yine de nice zamanlara dayanmış,  kubbesinin altında fısıldanan her şeyi ahirete saklamış bu duvarlar kadar iyi sırdaş bulunur muydu?
Zaman tüm hızını yitirmiş gibi bana ayak uyduruyor. Ağır ağır göle doğru inmeye başlıyorum. Gölün maviden yeşile çalan rengi her zaman iyi gelir. ‘’Tirşe’’ rengi deniyor. Sait Faik’ten biliyorum. Kısa bir mola vereceğim ama zaten saat daha 10.30. Zaman durmuş bir şeye beni ikna etmeye çalışıyor.



Gölün altındaki batık şehir efsanesini biliyorum. Duydum, okudum. Ama burası da koruma altında. Kano ya da teknelerle yanaşıp keşfetmeye geçiş yok. Evet, gün batımının efsane renklerini de biliyorum. O renklerle yüzümü gözümü boyayacaktım.  Bunu da ben kendi isteğimle bir sonraki kavuşma gününe saklıyorum…
Birkaç tur attıktan sonra, Çinili Saat Kulesine ulaşan caddeler en tanıdık muhit oluveriyor. Dört ya da beşinci geçişimde ziyarete açık olan nadir yapılardan 1. Murad Hamamı’ndan içeri giriyorum. Ayrıca Çini Çarşısı burası ve çoğunluğu kadın sanatkârların. Usta fırça darbeleriyle desenlerin ve renklerin birbirlerine karışmasını saatlerce izliyorum. Renklerin kokusunu ilk kez bu kadar net duyabiliyorum.
Eski Osmanlı tadında bir kahve diyorlar. ‘’ İçer misiniz? ‘’ Kırmıyorum. Tadı çokta farklı değil. Olsun mavi, yeşil, sarı, turuncu tüm renklerle bulanmış. Gökkuşağının ortasında yudumluyorum. Kırk yıl hatırı var sayıyorum.



Sokaklarda sonsuz bir yürüyüşe çıkmış gibi hissediyorum. Sürekli başa sarıyorum. Bilmem kaçıncı turda sokak arasında İstanbul Üniversitesinin kazı çalışma alanını fark ediyorum. Çitlerin arasından hayran kalarak bir süre izliyorum. ‘’Bu hakikaten şahane bir şey, burada bir değil bin dünya uyuyor toprağın altında’’ diyorum.
Böyle bir yazı kaleme alacağımı bende hiç hayal etmemiştim. Tek tek dokunduğum taşları, kokusunu içine çektiğim duvarları, kubbesinin altında ısındığım bahçeleri, anlatmak istemiştim. Maalesef geç ulaşmışım bu tarihi kente. Böyle diyorum çünkü her tadilattan sonra mutlaka bir şeyler eksilir tarihin ruhunda!
Ayaklarımı binlerce yıllık ayak izlerinin bıraktığı tozlarla buladım. Biraz hatıramı kattım gölünün mavisi, toprağının kahvesine. Kalbim buruk ama tekrar kavuşma arzusunun tanıdık umuduyla hayaller kurarak yola koyuldum.
Bu defa yol boyu kenarda dizilmiş zeytin ağaçlarına ellerimi uzattım. Rüzgâr yüzüme çarpıyor, saçlarımı dağıtıyor. Pek umurumda değil. Çünkü kalbim ‘’ Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin…’’ şiirini okuyor.
‘’Bir uçtan bir uca Türkiye’yi kucaklamak, toprağını avucuma doldurmak! İşte En Büyük Hayalim’’ ismini verdiğim listemde İznik’in yanına ancak ‘’Hayallerim Tadilatta’’ yazabiliyorum.
Şimdilik…


Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

About Me


I could look back at my life and get a good story out of it. It's a picture of somebody trying to figure things out. Great things in business are never done by one person. They’re done by a team of people.

Popular Posts

  • 2018 #08 Kitap Alışverişi
  • Sayfalar Arasına Emanet Bir Takvim Yaprağı..
  • İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi

Advertisement

Designed By OddThemes | Distributed By Blogger Templates