Gamzegraf
  • Home
  • Download
  • Social
  • Features
    • Lifestyle
    • Sports Group
      • Category 1
      • Category 2
      • Category 3
      • Category 4
      • Category 5
    • Sub Menu 3
    • Sub Menu 4
  • Contact Us
Stranger Than Fiction – Lütfen Beni Öldürme

Film Yorumu, Film Hakkında Bilgi

‘’Yazmak’’ fiiliyle şu sıralar çok meşgul olduğumu bir önceki yazımda belirtmiştim. Ne yapacağına bir türlü karar veremeyen mevsimler gibi olsa da ruh halim, düzene sokabildiğim birkaç konu var şükür. Bunların başında ‘’yazmak üzerine’’ konulu filmler geliyor. Listeye Woody Allen’ın efsane filmi ‘’Paris’te Bir Gece Yarısı’’ ile başladıktan sonra hız kesmeden hemen ertesi gün ikinci film ile devam edebildim.

Listemin ikinci filmi olarakta Stranger Than Fiction – Lütfen Beni Öldürme’ yi seçtim.
Oldukça keyifli ve ezber bozan bir film oldu benim için. Türkçe ’ye kim neden bu şekilde çevirmiş pek anlam veremesem de. İsmi duyulduğunda bunun aksiyon filmi olduğunu düşünmek olası. Fakat içeride işler hiçte öyle değil.

Harold Crick sinir bozacak derecede oldukça dakik bir adamdır. Öyle ki hayatında en ufak alışkanlıklarını bile belirlediği sayılar kadar tekrarlar, her eylemini, her hareketini en ince detayına kadar planlar. Saat gibi işleyen mekanik bir rutinde seyreder hayatı. Sebep bu düzeni ve titizliği midir bilinmez yapayalnız biridir aynı zamanda. Sayılarla yakın arkadaş olan bu adamın arası kelimeler ile oldukça mesafelidir. Yaşamını birkaç zaruri sözcük kullanarak bitirebilir.
Duygulardan uzak, hesaplamaların ve rakamların içinde kaybolmuş, giderek hızla robotlaşan bu adamın hayatı aynı rutinle devam ediyordu. Ta ki o Çarşamba gününe kadar.
Harold, her zamanki gibi gece uyumadan, kol saatini çıkardı; alarmını kurduktan sonra başucundaki komodinin üstüne bıraktı. Ve yine sabah uyandığında her zamanki gibi 32 dişinin her birini 76 kez fırçalayacakken bir ses duydu. Bu ses Onun, her gün aynı şeyleri tekrarladığı gösterişsiz hayatının tam ortasına yıldırım gibi düştü.
Ses susmak bilmiyor, Harold ise sesin kaynağını bir türlü çözemiyordu. Yaşamında hiç bu kadar sözcüğü bir arada kullanmamış dahası belki duymamıştı bile. Gürültü beyninin içinde yankılanıyor, evde, işte, yolda susmuyordu. Bir kadın sesi sürekli Onu takip ediyordu.
Ve bir türlü susmayan ses Ona duyabileceği en acı şeyi fısıldadı; ‘’önemsiz gibi görünen bu hareketinin, yakın gelecekte ölümüyle sonuçlanacağıydı…’’diyordu.  Ve daha acısı ‘’Neden? Neden ölüyorum? Ne zaman? Ne kadar yakında?’’ diye sorduğunda sesten hiçbir yanıt alamamasıydı.
Soruları cevapsız kalan Harold çareyi bir psikoloğa gitmekte bulur. Fakat nafile. Çözüm yok. Psikoloğun varabildiği tek sonuç Harold’un şizofren olduğudur. Harold durumu izah etme de güçlük çekse de emin olduğu tek şey vardır: Şizofreni asla değildir. Duyduğu ses gerçektir.

Bir hikayenin içinde yaşadığını düşünen Harold'a psikoloğun son tavsiyesi ise bir Edebiyatçıya görünmesi gerektiğini söylemek oldu.
Harold'un o seslerin kendisiyle konuşmadığını, Ona kendisini ve hayatını anlattığını fark etmesi çok uzun sürmemişti. Baş kahramanı olduğu bir kitabın cümlelerini yazarının sesinden dinliyordu. Üstelik bu kendi yaşamıydı. Fantastik ve düşsel bir kurgu.

Edebiyat profesörünün yardımlarıyla kendi hikayesinin anlatıcısının peşine düşecek ve Ona söylemek istediği tek şey, ''Lütfen Beni Öldürme'' olacaktır. 

Tek düze hayatı bu süreçte kaçınılmaz değişime uğrayacaktır elbette. Sayılara takıntısını yitirir. Neyi ne zaman ne kadar sürede yaptığının da, kaçta uyuyup uyandığının da ve saplantılı şekilde bağlı olduğu işinin de bir önemi yoktur artık. Çünkü ölecektir. Takıntıları olmadan yaşamanın tadına varmaya başlar. Yıllardır hayalini kurduğu fakat elini dahi sürmediği gitarı satın almaya, şarkı söylemeye ve sevdiği kadına açılmaya cesaret eder.
Yaşamak isteği ağır basar. 

On yıldır çekildiği inzivada gözlerden uzak kitabını yazan Karel Eiffel ise olan bitenden habersiz Harold'a bir son yazmak için daktilosunun başındayken,
Telefon çalar. Telefon tekrar çalar. Ve telefon üçüncü kez tekrar çalar. Eiffel için bununla yüzleşmek hiç kolay olmayacaktır. Çünkü baş yapıtını yazmıştır.

Uzaktan bir yazarın yazma sürecine dâhil olmak ise az bulunur fakat çok kıymetli bir deneyimdi. Film bu hissiyatı vermekte ayrıca çok başarılıydı. Yazarın kahramanını ne şekilde öldüreceğine ve kitabın sonunu nasıl yapacağına dair girdiği iç çekişmeleri ve kavgaları, o anki ruh halinin yansıması tek kelimeyle enfesti. Özellikle intihar olayını tasavvur ettiği sahne ise ‘’bambaşkaydı.’’  Hayali karakterinin gerçek bir insan olduğunu öğrendikten sonra ise yaşadığı iç hesaplaşması ve verdiği karar akıllara kazınacak ve kalpleri kazanacaktı.  
Bir yazarın gizemli yazı dünyasının kapılarını aralayan senaryo, ‘’Peki Ya Hepimiz Bir Kitabın Baş Kahramanıysak’’ dedirtmekten de dahası böyle bir düş kurdurtmaktan da geri kalmıyor.
Paris’te Bir Gece Yarısının büyüsünden sonra, Lütfen Beni Öldürme de kurgusuyla tatlarını damağımda bırakıyor. Listem, zihnimde ilham yıldızlarını parlatmaya devam ediyordu.

                                           

Midnight in Paris


Bir masalın içinde gece yürüyüşe çıkmışsın da, yağmur yağmaya başlamış; ılık su damlaları yüzünü ıslatıyor. Sırılsıklam olacaksın birazdan ama eve dönmek istemiyorsun. ‘’Diğerleri sadece ıslanır’’ sözünde bahsedilen kişi değilsin üstelik. Belli ‘’Bazıları yağmuru hisseder’’ denilen, bazılarındansın.

Yazmak üzerine, yazmak fili, yazmak eylemi… Şu sıralar beni anlatan en iyi kelimeler bunlardır sanırım. ‘’Yazmak’’ sözcüğünün gizemine kapılmışken ona dair ne varsa toplamaya, biriktirmeye çalışıyorum.
Çok uzun sürmüyor ‘Midnight in Paris’ ile bir gece yarısı buluşmam. Başladığı andan itibaren ise beni bambaşka bir dünyaya götürüyor. Kalbim ılıklaşıyor.

Gil’in peşinden gizlice arabaya binmişim, 1920 lerin Paris’inde yolculuğa çıkmışım gibi bir his. Bir de güven ve huzur hissi. Sanki buralara aitmişim gibi bir his aynı anda hatırlatıyor kendini. Ki henüz Paris’i bir kere bile görmemişken, onu henüz tanımamışken. İşte bu Woody Allen büyüsüymüş. Anladım.

Gil ve nişanlısı Inez, Inez’in babasının işi sebebiyle bu aşk dolu Avrupa kentinde kısa bir tatil imkânı bulurlar. Başlarda aşkları doludizgin devam ediyor, her şey yolunda gidiyor gibi görünse de yazar olmak isteyen Gil’in aklı daha çok yazacağı kitapta, kalbi ise eski Paris’tedir. Gil’in Paris’te gece yarısı çıktığı yürüyüşler ise akılları karıştırmaya başlar.
Yine bir gece vakti Paris’in ışıkları altında dolaşırken dinlenmek için merdivene çöker. Şehrin sessizliğini çalan gece yarısı saati bozar. Başka masalların sonu olan bu saat dilimi Gil’in masalının ise başlangıcıdır. Karanlık sokakların arasından, saatin sesini bölerek bir araba yanaşır ve ısrarla Gil’i çağırır. Gil biraz şaşkın arabaya yönelir ve çok geçmeden kendini 1913 model Peugeot’un içinde bulur.
Bu eski model araba kahkahalar eşliğinde Onu hayal dahi edemeyeceği eşsiz bir düşe götürür. Fantastik bir düşün ortasına düşen Gil hayran olduğu kişilerle karşılaşır. Dönemin büyük isimleriyle tanışma ve dahası kitabını okutma şansı yakalayan Gil için artık en zoru geri dönmek ve yaşadığı boş, sıkıcı dönemde olmaktır.
Gizemli düşüne kavuşmak için her gece yarısı sabırsızlıkla klasik otomobilin gelmesini bekler. Aynı kahkalar eşliğinde Paris’in altın çağına 1920 lere gider.  
Eski çağ kalbini farklı duygularla doldurmaya da başlar. Burada tanıştığı Adriana’dan etkilenmesi çok uzun sürmez. Paris’e kısa bir tatil amacıyla geldiği nişanlısıyla ilişkisini sorgulamaya başlar. Hayatının aşkı olmadığı düşüncesi Adriana’yı tanıdıkça daha çok ağır basar. Ve ilişkileri kopma noktasına gelmekle kalmaz, sona erer.
Gil ile Adriana 1920 lerin Paris’inde dolaşırken karşılarına eski zamanlara ait at arabası çıkar. Arabanın içine atlayan Gil ile Adriana kendilerini 1800 lerde bulur. Adriana özlem ve hayranlık duyduğu dönemin tam ortasına düşünce burada kalmak, kendi dönemine dönmek istememektedir. Adriana’nın bu fikrinden sonra onu ikna etmek için kendisinin 2000 lerden geldiğini söylemek zorunda kalır Gil.

1800 lerde karşılaştıkları kişilerin bile daha eskileri altın çağ olarak nitelendirdiğini gördüğünde ise Gil bunun her çağ için geçerli bir durum olduğunu anlar. İnsanlar her zaman böyle bir aldatmacanın içindedir. Ve geçmişte yaşamış olmak, geçmişi her zaman mutlu zamanlar olarak atfetmek bir yanılsamadan ibarettir. Önemli ve var olan tek şey ‘’şu an’’ dır.

Gil bu durumun farkına vardığında yağmur altında yürüyerek gözden kaybolurken, film biter.

Woody Allen seyircisini asla uyanmak istemeyecekleri bir düşe davet ediyor. Ben de istemiyorum. Masalın içinden başka bir masala doğru kapı açılıyor ve bu sonsuza kadar devam edecekmiş gibi geliyor. Hayal ile gerçek arasındaki o çizgide hayalleri bırakıp gerçek dünyaya dönmek biraz zor oluyor. Bu film beni hayalperestliğe inandırıyor. Masalların, zaman yolculuklarının mümkün olduğu diyarlar çok uzak görünmüyor.
Bir vapurda beni iskeleden alıp 1930-40 ların Burgazadasına götürür. Sait Faik ile balıkçıların oltalarından beraber hikâyeler toplarız belki. Kim bilir…
Bir masalın içinde gece yürüyüşe çıkmışsın, yağmur yağmış; ıslanmışsın. Sırılsıklam olmuşsun da ay ışığında, umursamamışsın. Yetmemiş bir de hayatının aşkıyla karşılaşmışsın yolda. Arkada en sevdiğin şiirin mısraları mırıldanıyor.

Öyle, onun gibi bir film işte…


Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

About Me


I could look back at my life and get a good story out of it. It's a picture of somebody trying to figure things out. Great things in business are never done by one person. They’re done by a team of people.

Popular Posts

  • 2018 #08 Kitap Alışverişi
  • Sayfalar Arasına Emanet Bir Takvim Yaprağı..
  • İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi

Advertisement

Designed By OddThemes | Distributed By Blogger Templates